Evet, garip bir başlık… Üzerine uzun uzadıya düşündüğüm söylenemez. Ve hayır, Haydar Dümen’i kaynak alabileceğim tarzda bir yazı olmayacak. Biraz empati kurmaya çalıştığım, biraz şükrettiğim, biraz da başkalarının yerine üzüldüğüm bir yazı olacak. Umarım yazının sonunda akıl sağlığımı kaybetmiş olmam, neyse…
Arkadaşımın bir derdi var. Bu dert ister istemez tüm hayatına sirayet ediyor. Yaklaşık 20 yıldır iktidarsızlık problemi ile cebelleşiyor, bu arkadaşımın yaşadığı ülke… Şöyle ki ülkesinin, içerisinde yaşayan herkese yetecek kadar güzelliği ve zenginliği var. Potansiyeli çok yüksek bir ülke. Ancak ülkenin başındaki bir grup insan ve ülkedeki zenginliklerin yüzde 90’ına sahip olan yüzde 1’lik kesim el ele verip içerisinde yaşayan masum insanları derin bir kaosa sürüklüyor. Bile isteye… Yaptıkları yolsuzluklarla, siyasi tartışmalarla, kurgulanmış olaylarla, planlanmış eğitimsizlik ve yozlaştırma ile, aslında çözümü olan ancak bilerek çözülmeyen sorunlar ile halkı mutsuzluğa ve umutsuzluğa sürüklüyor. Böylelikle insanlar kendi dertleriyle uğraşmaktan ülkelerinin acilen çözülmesi gereken problemlerine odaklanamıyor. İnsanlar, ülkenin problemlerine odaklanamasın diye içine atıldıkları yoksullukta ay sonunu nasıl getiririm diye düşünüyor. Evini geçindiremezken ‘çocuğuma nasıl kaliteli bir hayat sunarım’ diye düşünüyor. Hatta ‘çocuğumun karnını nasıl doyururum’ diye düşünüyor. Bu kadar derdin arasında da insanlara kendilerini, hayatlarını ve ülkelerinin durumunu sorgulayacak zaman bırakılmıyor.
İktidarsızlık mevzusuna gelirsek, arkadaşımdan dinlediğim kadarıyla komik bir kelime oyunu değil bu. Ülkelerini “yöneten” bir grup insan yukarıda yazdıklarımı temellendirecek şekilde, iktidarda kalmak ama iktidar gibi davranmamak üzerine bir siyaset izliyor. Gözlemlediğim kadarıyla gerçekten de öyle. Mesela ülkede çok büyük bir deprem oluyor. Depremin ilk üç günü insanlar göçük altında kalan yakınlarını kendi çabalarıyla kurtarmaya çalışıyor. “Bu devlet, bu hükümet nerede” diye isyan ediyor. Üstüne üstlük bunlar yaşanmasın diye insanlardan yıllarca, “deprem vergisi” toplanmışken.
Vergi demişken devam edeyim. İzlemedikleri kanallar için vergi alınıyormuş mesela. Devlet adına yayınlar gerçekleştirmek için kurulan fakat şu an yayınlarını iktidar için yapan kanala, iktidarı desteklemeyenler dahil herkes vergi veriyormuş. Herhangi bir araç, eşya, teknolojik ürün aldıklarında da en az ürünün kendi fiyatı kadar vergi alınıyormuş. Yani kısacası iktidarsız iktidar ve avaneleri “cep harçlığımız” diyerek milletin cebinden alamayacağı parayı bilmem ne vergisi diyerek alıyormuş.
İşin daha üzücü kısmı, iktidar olmayı hedefleyen ana muhalefet partisinin de onlardan pek bir farkı yok. Ana muhalefet partisi, mevcut iktidarın yoksullukta eşitlediği halkı, yalnızlaştırıldığı yerden çekip çıkarması gerekirken, yalnızca siyaset üretmekten öteye gidemiyor. Yurttaşın dertlerini dinleyip Meclis’te kendilerine ses olsun ve çözüm üretsin diye seçtikleri milletvekilleri, milletten olabildiğince uzak.
Gençlik örgütü, gençlerin problemlerini duyurma ve çözme merkezi olmak yerine, siyasetçi üretim merkezi olmuş durumda. Yoksulluğun diplerinde gezinen gençlerin kapılarını çalmaları gerekirken partililerinin kapısını çalıp siyasi ziyaretler yapıp gençlerden uzak kalmayı tercih ediyorlar. Evet, tercih diyorum. Çünkü bu bir tercih. Açıklayayım…
Genç nüfusunun çok yoğun olduğu bir şehir düşünün. Bu şehirde 9 adet üniversite var. En köklü üniversitesinde bir yurt problemi patlıyor. Üniversiteye bağlı bu yurt özelleştiriliyor. Bu gelişmenin ardından yurtta kalan depremzede öğrencilere uygulanan yurt ücreti muafiyeti kaldırılıyor ve öğrencilerden geriye dönük kira isteniyor. Öyle az buz bir para da değil. Öğrenciler üç hafta boyunca seslerini duyurarak ve kendi imkanları ile imza toplayarak bu kararı geri çektirmeye çalışıyor. Üç haftanın sonunda seslerini duyurabiliyorlar ve birkaç haber kanalına mağduriyetlerini anlatıyorlar. En büyük ilerlemeyi bu gelişme ile kaydediyorlar. Öğrencilerin çabalamaktan bitkin düştüğü dönemlerde, ana muhalefet partisinin gençlik kollarının yaptığı şey ise çiftçi ziyareti yapmak…
Bu durumda da arkadaşım sormadan edemiyor; iktidar olmayı hedefleyen ana muhalefet partisinde çiftçi ziyaret edecek örgüt mü kalmadı da gençlik kolları, depremzede öğrenciler kapının önüne koyulmaya çalışırken bu ziyaret gerçekleşiyor. Ya da bu örgütün başındaki “Gençlik Kolları” sıfatını örgütteki kişiler göremiyor mu? Öğrenciler “acaba yurttan atılacak mıyız, atılmayacak mıyız” diye düşünürken partinin gençlik kolları başkanı, gençlerin seslerini duyurmak için tek bir paylaşım bile yapmayıp, partisinin grup toplantısına gidiyor.
Sözün özü, arkadaşım diyor ki: kurda ‘ensen neden kalın’ demişler, ‘kendi işimi kendim görürüm de ondan’ demiş. Gençler de kendi işini kendi görür. Asıl mesele gençlerin, enselerinin ne kadar kalın olduğunu bu dönemlerde yanında olmayanlara göstereceği günleri beklemekte…