Bu hafta bambaşka bir konuyla geldim bahçenizin boşta kalan yerine. Attım masayı, sadece evinizin bahçesinde kalan yeşillik alana. Aman burayı sessiz okuyun, görmezden gelin. Neme lazım bir yerlerde yeşillik olduğunu duyup yakıverirler bağımızı bahçemizi.

Konuya girmek için kendimi bir tutam ifşa etmek zorundayım. İnsan ister istemez korkmuyor değil hani. Bu kadar yolsuzluğun, soysuzluğun dört döndüğü memlekette benim kendimle ilgili yazdığımı ihbar sayıp alırlar mı, alırlar elbet diye.

Son iki haftadır sadece sosyal medya değil her bir mecrada çarşaf çarşaf sahte diplomalar ifşa niyetine saçılıyor ortalara. Bu haberleri görünce kendime derme çatma yaptığım lise diplomam geldi aklıma.

Tekirdağ’da yaşarken, sendikal faaliyet, partisel faaliyet, çocuksal faaliyet derken birçok fabrikadan ya kendim ayrıldım ya da işçi sınıfının kıymetli emekçileri, benim dertdaşlarım gidip şikâyet ettikleri için onlar gönderdi. Bu kadar çok işten atılma ya da istifa etme olunca mezuniyete bakmadan işe alan fabrikalar bitti. Sadece lise ya da üniversite mezunu alan fabrikalara başvurmaya başladım. Üniversite diploması yapmanın boyumu aşacağını düşünmüş olmalıyım ki (boyum 155 ya var ya yok durum böyle olunca çabuk aşılıyor o sınır) lise diplomasına ikna oldum. Diploma yapmak dediysem de bugün gündemde bahsedilen gibi değil elbette.

Teknoloji o zamanlarda da gelişmiş olmasına rağmen ben o kadar gelişmediğim için, arkadaşımın diplomasında bilgilerinin olduğu yeri daksille silip, kendi bilgilerimi yazdıktan sonra çektiğim fotokopiden ibaret bir diploma. Bulduğum dâhiyane fikirden sonra, insan kaynakları da muhteşem liyakatli biri olsa gerek ki işe alındım. İşe alınmasına alındım da şansıma, benim aklıma gelen yöntemle birçok kişi işe girmiş aynı dönemde, iki ay sonra diplomaların asıllarını istediler. Aslını getiremeyeceğim için hem işimden oldum hem de çalıştığım ücreti alamadım. Bizim yaptığımız sahtecilik anca bu kadar oluyor, o da başımıza sarıyor.
Geçen haftaki köşe yazımda afetlerin doğal, afet yüzünden ölümlerin sınıfsal olduğunu yazmıştım. Sınıfsal olan sadece ölümler mi? Elbette değil… Sahte diploma yapmak bile sınıfsal efenim. Ben yaptığım yamalı diploma ile iki ay kadar nefes aldım, aldığım nefesin bir ayını içeri bırakıp başladığım noktaya geri döndüm. Şimdiki sahte diplomalar düşman başına dedirtecek cinsten.

Recep Tayyip Erdoğan’ın 1999 yılında bir programda, kendisine sorulan bir soru ve soruyu soranın kendi sorusuna verdiği cevabının paylaşıldığı bir video geldi aklıma. Soru ve cevapla devam edeyim:
+Tayyip hoca biliyor musun fakir niye fakirdir?
-Asım abi niye fakirdir, söyle.
+Fakir çalmasını iyi beceremediği için fakirdir.

Ahhh be Asım Abi, sanki bir tık beni özetlemiş gibi. Hani çalmak demeyelim ama benim daksille evcilik oynadığım dönemlerden başlayan diploma yüzsüzlüğü vesilesiyle insanlar doktor olmuş, avukat olmuş, polis olmuş, imam olmuş imam! Yıllarca bu diplomalarla yol almış, yol bulmuşlar. Onca zaman sonra, daha yeni açığa çıkmak demeyelim de duvağını açıp azıcık ucundan gösterip kapatır olmuş. Yüz görümlüğü vermezsen açarım yüzü, gösteririm bizi der gibi oyun ediyor diğer diplomasızlara.

Yaşamak sınıfsal bir eylemdir…

Ölümün ve yaşamın sınıfsal olduğu bir toplumda kırk yaşını geçmeyi başarabildiysek bundan sonraki yaşamımız daha zorlu geçecek demektir. Hani bizi kıskanan Avrupa ülkelerindeki emekliler gibi öyle ülke ülke gezeceğinizi falan hayal etmeyi geçtim aklınızın ucundan falan geçirmeyin efenim. Aldığınız maaş ile eğer kirada değilseniz ve eşinizde emekliyse anca evi geçindirir, işte ayda yılda bir toruna tombalağa en alt bozuk paradan olmak kaydıyla harçlık verebilirsiniz.

Ha yok, eviniz var ve sadece kendiniz emekliyseniz, lütfen çocuklarla arayı iyi tutun yoksa tutmanız gereken başka şeyler olabilir.

Malumunuz hem aile yılı hem de bahsettikleri aile normlarına erişemeyen kimseye yaşam hakkı bırakmadılar. Ha, eşiniz var eviniz yok, eşiniz emekli değil ve çocuklarınız yoksa işiniz daha kolay. Çocuğunuz olmadığı için hükümet büyükleri tarafından zaten aile olma şartlarına uygun değilsiniz. Haa uygun olsanız bile yazacağım formül için sorun teşkil etmiyor elbette fakat toplumun kendini bilmiş sivri kesimleri için kendinizi savunabileceğiniz önemli bir detay. İmam nikâhı diye bir şey var efenim. Alırız birini daha yetmedi mi, bir tane daha, hala mı yetmedi al bir tane daha. Oldu mu sana güç birleşmesi. O yaştan sonra kimse de kimseyi kıskanmayıversin efenim. Maksat ‘tadımız kaçmasın Ali Rıza Bey‘. Kaldı ki en son düşüneceğimiz şey bile değil kıskanmak.

En sonuncusu ve en çetrefilli yer ise hem tek emekliyseniz hem de eviniz yoksa bir de üstüne eşiniz yoksa bir an evvel Müge Anlı bacıma sürekli giden teyze ve amcalar gibi Facebook ve bildiğiniz hangi mecra varsa oradan acil ibaresi ile eş arayın efenim. Bu formül sadece emekliler ve gençler için geçerli. Benim zihnime düşenler sizin için makul sayılmayabilir fakat ‘Benim zevklerim sizin nezdinizde makul bir zemine oturmak zorunda da değil’, kaldı ki bu cümle de çok durumu açıklıyor sayılmaz. Konu zevk kısmından çıkıp ve hayatta kalma labirentine takıldıysa eğer.

İnsan, dertlerden ebemkuşağına dönüşmüş bir ülkede yaşıyorsa yazı yazarken, kahve içerken, işerken, yemek yerken, nefes alırken, huuu nefes alırken bile beyni, söğüş dedikleri şeye dönüşebiliyor.

Bu kadar kısa yazıyı yazarken bile aklımın içinde kanatlanmış uçuşan temel konulardan hiç birine karar veremeyip tuttuğumu yatırdım bembeyaz sayfanın ortasına. Bu hafta umduğumuzla değil bulduğumuzla yetineceğiz. Siyasetin bu kadar çalkantılı, ülkenin, Artvin yollarında son sürat giden ambulans gibi yol aldığı ve patikaya düştüğü bir dönemde hala nefes alıyor olmanın huzuru ve tedirginliği içinde yeni bir güne başlayacağız.

Sahte diplomalı avukatlar, doktorlar, öğretmenler, mimarlar, imamların varlığını sürdürmeye devam ettiği ve hiçbir zaman hangisinin gerçek olduğundan emin olamadığımız bir ülkede, hayatımızın yarıdan fazlasını çalışıp ve çalıştığımız ücretin yarısını devlete vergi olarak ödediğimiz bir ülkede ne yarınımız ne de bugünümüz olması gerekenin yarı yüzdesine bile erişemeyecek.

Herkesin dolması gereken noktaya ulaşıp patlamasını beklemekten başka bir yol yok gibi görünüyor. Tam, “sabır, sebat, süreklilik” diye kendimi teselli etmeye çalışırken kıymetli atasözlerimizden bir söz dolanıyor dilime. ‘İnsan noksan, oğlu noksan, doksan kere sorsan, yine noksan, yine noksan’ Velhasıl efenim umudu arnavut kaldırımı gibi gömdük kalbimizin en derinlerine. Tutadabilir, tutmayadabilir.