Daha 12 yaşında var ya da yokum. O dönemler Kırşehir’de yengemde kalıyorum. Neden yengemde olduğumun sebebini yazarsam tüm toplumun gelmiş ve geçmişine gitmem ve sövmem gerekeceği için sadece yaşadığım yerden başlamak istedim.
Sabahları okula gidiyor, okul çıkışı yengeme yardımcı oluyorum. Kendim de çocuğum aslında ama artık ne kadar olursa.
Bir gün okuldan erken çıkmışım, madem öğretmen yok o sürede çocuk bakmak yerine çocuklarla oynamak daha güzel geldiği için birkaç arkadaş dalmışız Bağbaşı Mahallesi’nin bizim görülmeyeceğimiz sokaklarına…
Şehir büyük mahalle küçük. Mahallenin sevilen teyzelerinden Ayşe teyzenin tavuğu çalınmış. ‘Gitti Safinaz’ diye ortalarda dolanıp duruyor. Oyun oynadığımız yerin etrafında dört dönüyor bir feryat figan.
Ayşe teyzenin sokak sokak gezip ağlamasına dayanamayan bir komşusu tüm hırsızları eliyle koymuş gibi bulan bir hocadan bahsediyor. Canım Ayşe teyze elleriyle büyüttüğü civciv Safinaz’ın tam mürüvvetini görecekken kaybetmenin acısından olsa gerek, hoca fikrine hemen ikna olmuş olmalı ki hocanın isteklerini yerine getirmek için kolları sıvamış. Hoca da öyle böyle değil, isteklerin hepsi bir tarafa, renkli gözlü sarışın bir kız çocuğu getirmelerini istiyor. Suya bakınca daha net görecekmiş, bunun da altını çiziyor elbette. Tavuğu kaybolan, kendi tabiriyle çalınan Ayşe teyze hocanın istediği çocuğu bulmak için düşmüş bizim oyun alanlarımızın içine. Her çocuğu şöyle bir süzüp, sonra gözlerine bakıyor.
Çok aramadılar diye hatırlıyorum. Bir komşu teyze gelip kolumdan tutuverdi. ‘Sen Züleyha’nın yeğenisin değil mi?’ diye sordu önce. ‘Evet’ yanıtını alınca önce bir duraksadı, Halam sanırım sadece bizim ailenin değil, mahallenin de muhtarı olsa gerek ki durumu anlatıp ricacı oldular adeta. Mahallenin ton ton teyzesinin Safinaz’ı kaybolmuş ve bir tek ben bulabilirmişim. Çocuk aklının verdiği sorgusuzlukla sorgulamadan takıldım peşlerine. Birkaç mahalle ötede olan hocaya gitmek için bir arabaya bindik. Yanımda mahalleden iki teyzenin olmasının verdiği güven mi yoksa çocuk cesareti mi bilmiyorum. Hiç korkmadım.
Mahalleden biraz uzaklaşınca içimi korku sarmadı desem yalan olur. Hani başıma bir şey gelir falan diye değil de bizim ailenin muhtarı(halama) haber vermediğim için inceden bir ürperdim. Halam diye yumuşatarak yazdığıma bakmayın efenim. İnsanı dövmeden kendine getirebilen, minik bir bakışıyla hayatının en büyük fırçasını yediğini hissettiren pişmaniyemsi bir kadın. Fırçasını bir yiyen bir de yemeyen pişman. Yol uzadıkça ben kısaldım. Olmayan boyumun yarısını döktüm aracın kirli paspasına. Sonunda vardık ünlü hocanın evine.
Hatırımda kalan, orta yaş üzeri bir amca tesbih çekerek girdi içeriye. Safinaz’ın kaçış hikayesi biz gelmeden anlatılmış olmalı ki, hoca ağabey çenemin altından tutup kafamı yukarıya doğru kaldırdı. Göz rengimi kontrol ettikten sonra maşallah deyip, yamacında bekleyen yüzü yaşmakla kapalı olan kadına dönüp bir tas su istedi. Kadın perde ile kapatılmış aralıktan içeriye girip bir tas su alıp döndü.
Hoca efendi işinin ehli, dizinin altına koyduğu bez parçasını alıp içinden birkaç ot falan çıkarıp su dolu tasın içine attı. Sonra bana dönüp ismimi sordu. İşaret parmağı ile suyu şöyle bir alt üst edip bana döndü. ‘Bak bakayım Selda kızım suyun içinde ne görüyorsun’. Suyun içinde göreceğim şeyin heyecanı ile baktım. Su, suyun içine attığı birkaç ot parçası dışında bir şey yok. Yüzüne baktım ve ’su görüyorum amca’ dedim. Hoca amca bir sağına bir soruna şöyle bir kıpraşıp, dizinin altında olan bez parçasından başka şeyler çıkarıp yine suyun içine attı. Ellerini açtı, bir suya bir bana okudu üfledi. Gözlerini kapatıp soruyu bir daha tekrarladı ’Selda kızım bir daha bak, ne görüyorsun’. Hoca ile aramızda ki bu diyalog dört defa falan tekrarlandı.
Beşinci defa ne gördüğümü sorarken bacağımın köşesinden bir çimdik aldım. Canım çok acımadı ya da atılan çimdiği tehdit gibi görmediğimden olsa gerek, baktığım yerde su gördüğümü söyleyip sustum. Ta ki canım yeteri kadar acıyana kadar devam etti bu diyalog. Canım acıyınca baktığım sudan muhteşem bir hikaye çizdim. Her çimdik atıp ‘başka ne görüyorsun’ dediğinde, görmediğim kadının saç rengini, etek rengini, boyunu, çocuk sayısını sıraladım ardı ardına. Çizdiğim görselin en son baş harfini söyleyince Ayşe teyze zıpladı yerinden ‘Kız Hatice ben sana demedim mi bu Satı hırsız diye. Bak kız harfi harfiyen söyledi her şeyi’.
Ayşe teyze aldığı cevaptan ikna oldu sanırım, cebime üç beş kuruş para sıkıştırıp aldıkları mahallenin başına bıraktılar beni. O günden sonra tanımadığım Satı ablaya ne oldu hep merak etmişimdir.
Birinin oturduğu koltuğa ikna olup, bir diğerinin dini kitaplara yüzünü dönüşüne aldanıp, bir başkasının bayrağa sıkıcı sarılışına güvenip, hepsinin alanında ‘en sever’ olduğuna inanıp söylenen her şeye eyvallah dediğimiz için, Satı abla ne yaşadıysa aynısını yaşamaya mecburuz gibi geliyor.
Bir taraf her şeye sorgusuz inanmaya hazır, bir diğer taraf tüm zaafların hepsine hakim. Sonumuz hayır olsun efenim.
Daha çok hikaye yazar, daha çok hikaye okuruz bu gidişle…