İnsanın, “bu hayatı yaşadım”, “yaşadığım bu hayatın hakkını verdim” diyebilmesi oldukça önemlidir. Çünkü, pek çok insanın, görece uzun denilebilecek yaşamlarının içinde, her ne kadar fiziken var olsalar da bunun ne kadarında bilinçli bir zihinle bulundukları tartışılabilecektir.
Aile ve iş yaşamı ile bunların yarattığı yoğunluğun içerisinde kendini kaybeden, hatta belki de kendini henüz bulamadan girdiği bu girdabın dört bir yanına savrulan kimileri için bu yaşam, bir çırpıda yaşanan, gelip geçici bir deneyimdir. Bu koca kürenin dört bir yanında yaşayan insanların da bazıları için eminim ki durum böyledir.
Bugün, kimileri refah ve mutluluk içerisinde yaşarken kimileri de insanlık onuruna yakışmayacak koşullarda yaşamaya zorunda bırakılmaktadır. Bir yerinden diğerine ulaşımı bugünün teknolojisi ile çok kısa ve kolay olan dünyanın öteki ucunda yaşayan topluluklar, halklar, ve kültürleri hakkında her şeyi bilebildiğimiz bir zamanda bile, hala var olan; fakirlik, açlık, susuzluk, sağlıksız yaşam koşulları, eğitimsizlik ve mahrum kalınan diğer her şeyi açıklamak oldukça zordur. Bugün bile, bunca talana, yarın yokmuşçasına yapılan kaynak tüketimine rağmen dünyadaki herkese yetebilme gücüne sahip bu gezegende, birilerinin hala; ekonomik, siyasi ve askeri olarak sömürülüyor olması ne kadar adildir? Binlerce yıldır, farklı ırk ve devletler eliyle yürütülen hakim güç olma çabası, dünya üzerindeki pek çok insanın yaşamlarını; refah, huzur ve mutluluk içerisinde yaşamalarının önüne geçmenin yanı sıra özgürlüklerini de elinden almıştır.
Şüphesiz ki bir insanın özgür olması, onun oluşturduğu toplumun ve devletin özgür, yani bağımsız olmasıyla mümkündür. Kendi sınırları içerisindeki karar ve eylemlerini kendi (ülkesinin ve vatandaşlarının) amaç ve hedefleri doğrultusunda şekillendirmek ve uygulayabilmek, bir devleti bağımsız kılarken bunun devletin yönetim şekli ve yasalar aracılığıyla bireye indirgenmesi özgürlüğü sağlamaktadır. Bu yüzden, hiç kimse, yaşamının; birilerinin iki dudağının arasında şekillenmesini, itilip kakılmayı, hor görülmeyi, yaşamdan ve onun sunduğu tüm; hak, imkan ve zevklerden yalıtılarak köleleştirilmeyi onuruna yedirmeyecektir. Başı ile sonu arasındaki sürenin kısıtlı olduğu dışında, yaşamının ne zaman sonlanacağını bilmeyen hiç kimse, ömrünü herhangi bir sınırlandırma veya baskı altında sürdürmeyi istemeyecektir. Herhangi birinin diğerinden üstün olmadığını bilen hiç kimse özgürlüğünü bir; kişinin, topluluğun, felsefenin, inancın, devletin kendi, maddi ve manevi çıkarları için kısıtlamasına izin vermeyecektir.
Gözlerinin önünde işgal edilmek istenilen yurdunun; yüzlerce yılda birikmiş bir kin ve nefretle hesaplaşılmak istenilen kadim tarihinin; yeniden denenmeye çalışılsa da boyunduruk altına alınmayı daima reddetmiş olan milletinin, bir kişide ete kemiğe bürünmüş halidir Mustafa Kemal. O, “Hürriyet ve istiklal benim karakterimdir.” demekle kalmayıp bunu bir hayat meselesi saymış, milletinin ve atalarının mirası kabul ettiği bağımsızlığın peşinden gitmiş ve koca bir milletin de özgürlük ateşini yakmıştır. O ki milletinin, bağımsız bir ülkenin özgür vatandaşları olmakla kalmayıp, dünde olanağı olmamış olsa da bugün ve gelecek için kendileri ile ilgili kararları alabilmelerini, kendi geleceklerini kendilerinin şekillendirebilmelerini sağlayan bir yönetim ve devlet şekline sahip olmalarını da sağlamıştır. Hangi; ırktan, milletten, inançtan olduklarına bakmaksızın, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde yaşayan ve kendini buraya ait hisseden herkesi, kendi kaderini kendisi yazan bir milletin ferdine dönüştürmüştür. Nasıl ki Samsun’a çıkarak bundan sonra gidilecek istikameti işaret etmek konusunda sorumluluk aldıysa; savaştan yeni çıkmış, yorgun, fakir ve kendi kendini yönetme deneyimi henüz olmayan milletine, kurucu önder olarak yol göstermeye de devam etmiştir. Aldığı eğitim, yıllar içerisinde okuduğu binlerce kitaptan milyonlarca satır, edindiği askeri, siyasi deneyim ve analiz becerileriyle kendi çağının çok ötesinde bir lider olan Mustafa Kemal, henüz buna hazır olmadığı bir zamanda kendi kendisinin efendisi olan bu büyük halk için; işlevini, önemini ve gerekliliğini zamanla kavrayabilecekleri devrimleriyle; kişi ve sınıflardan bağımsız, kalıcı bir özgürlüğün temelini atmıştır.
Kim ki başka bir; insanı, sınıfı, ırkı, milleti, inancı veya felsefeyi kendinden veya kendinin ve başkalarının hak ve özgürlüklerinden üstün tutar, işte o kişi, Mustafa Kemal ATATÜRK’ün; devrimlerini, devrimleri ile sağlam temellere oturttuğu bağımsız ülkeyi ve bu ülkede “kendinden” bilmediği insanlarını düşmanı bilir.
Aslında sevilmeyen ve düşman olunan O değildir, herkese, her şeye ve tüm hesaplara rağmen; bittiği düşünülen ve paylaşılmak üzere olunan bir devletten, orada tebaa olarak yaşayan halktan yarattığı, iki kıtanın ortasında, tüm yönlere doğru bir güneş gibi parlayarak bağımsızlığın sembolü haline gelen eseri ve onu var eden “özgürlüğe olan düşkünlüğü”dür sevilmeyen.
Bu özgürlüğü elde etmek için hiçbir dayatmanın sınırlandırıp engelleyemediği “cesareti”dir hoşlanılmayan.
Halkının; umudu, kahramanı, rehberi ve başkalarının rol modeli yapan, derin bir bilgi ve tecrübeye dayalı üstün “liderlik” niteliği, keskin “zekası”dır, O’nu çekememelerinin sebebi.
Hayata geçirdiği devrimlerinin, milletinin gelişimi için verdiği her kararın, attığı her adımın ve kurduğu devleti ile milletinin ileride karşılaşabilecekleri zorlukları yüz yıl öncesinden bilmesinin ardındaki “ileri görüşlülüğü”dür O’nun, başkalarının da ruhunu uyandırır diye susturmaya çalıştıkları.
Cehaletinden faydalanılmış, fakirliği önemsenmemiş, inancı sömürülmüş ruhları uyandırmaya devam etmesi ihtimalidir korkulan.
Her şeyin farkında olan “bilinci”, hiçbir güç ve tehdidin bile üzerinden toz kaldıramadığı “kararlılığı”dır herkesin imrendiği.
Ayrıca, kendinden sonraki pek çok insana, halka, devlet adamına; kendisinin, halkının özgürlüğü ve devletinin bağımsızlığı için ilham veren birinin; başkalarının özgür ve bağımsız olmalarından memnun olmayan, onların hak ve özgürlükleri üzerinden maddi ve manevi çıkar elde edenler tarafından sevilmemesinden daha doğal ne olabilir ki! Ve kim, koca bir ömrü kendisini yok sayarak halkı için harcayan bir lidere, bu dünyadan göçüp gitmesine rağmen duyulan, tükenmek bir yana eksilmek bile bilmeyen böylesine bir sevgiyi kıskanmaz ki!
Bilimi temel alarak aklının önderliğinde yaşayan, sorgulayan, önüne çıkan her şeyde bir neden- sonuç ilişkisi arayan, kendisini diğerlerinden üstün biri olarak değil de farklılığın bir rengi olarak nitelendiren, başkalarının hak ve özgürlüklerine saygı duyan, bu topraklarlar ve tüm coğrafyalardaki bütün insanların; özgür ve eşit, barış, refah ve mutluluk içerisinde yaşamasını isteyen herkes, aslında, Mustafa Kemal’in penceresinden bakmaktadır. Tüm bu değerleri, erdemleri benimseyen; düşünce, ifade ve eylemleri ile yaşamına yansıtan herkes; O’nu, düşünme şeklini, yaşama bakışını, hayallerini ve devrimlerini kendisinde barındırıyor ve yaşatıyor demektir. Zira, Mustafa Kemal ATATÜRK’ün kendi deyimiyle “naçiz (değersiz)” vücudu her ne kadar toprak olmuş olsa da bizlere emanet ettiği eseri, Türkiye Cumhuriyeti ve onu var eden fikirleri “payidar (ölümsüz)” olacak, sonsuza kadar bizimle ve bizde yaşayacaktır.
Sevgi, saygı ve özlemle...
Bugünkü yazımı, O’nun hatırasına, 10 Kasım 2019 tarihinde yazdığım şiirle tamamlamak isterim.
ON KASIM
Ne özlemin silinir kalbimizden ne mavi gözlerin aklımızdan,
Ne fikirlerin öldü ne de yüreklerimizdeki ebedi sen,
Ne biz unuttuk seni ne de vazgeçtik sevmekten,
Ne soğuklar olur da üşütmez bizi, bir tek 10 Kasım, o da sen gittiğinden...