Ülkenin şartlarından ötürü her zaman en şanssız nesil olduğumuzu düşünürüm. Daha önce de birçok kez yazdım ve çevremdeki insanlarla tartışırken her fırsatta bunu savundum. Bir yandan da benim gibi 2000’lerin başında doğanlar, çocukluğumuzu geçirdiğimiz yıllar açısından çok şanslıyız.

Ne 90’lar çocukları gibi teknolojiden bihaber olduk ne de günümüz çocukları gibi teknoloji yüzünden sokaklardan uzak kaldık. Okuldan çıktıktan sonra koşa koşa eve gidip kilomuzun yarısı ağırlığında çantaları salonun ortasına fırlatıp mahalle maçı yapmaya da gittik, internet kafede oyun oynamaya da… Sokaklarda şımarırken düşüp vücudumuzun her zerresini yara bere ile doldurduk. Maç yapmak için yoldan bulduğumuz taşları kale direği yaptık. Yeri geldiğinde karşı takımın kalesini büyütmek için o taşları gizlice kaydırdık. Ona rağmen gol olunca, “gol değil, direğin üstünden geçti” deyip mızıkçılık yaptık.

Güzel zamanlardı, özlenebilecek bir çocukluk yaşadığım için şanslı sayarım kendimi. Özlenebilecek bir çocukluk yaşadım ama özlenebilecek bir yerde çocukluk yaşamadım. Herhangi bir şeyin mükemmel olması imkânsız sonuçta… İster istemez güzel şeyler beraberinde kötüyü de getiriyor. Böyle olmasa bu kadar akılda kalıcı olmaz. Kötü zamanlar, iyi zamanları hatırlamaya zorlar. Kötü insanlar, kaybettiğimiz iyi insanlara hasret bırakır. Sonuç olarak “kötü” olmasa kimse “iyi”nin yüzüne bile bakmaz çünkü dünyada her şey zıttıyla var olur.

Evet, küçük bir kasabada büyümenin faydalarını gördüm, yukarıda bahsettiğim gibi. Ama dezavantajları da yok sayılamayacak kadar fazlaydı tabii. Herkes birbirini tanıdığı, kimin ne yapabileceğini bildiği için mahallede çocuklar ne zaman bir yaramazlık yapsa herkes bizim kapımıza gelirdi. Kesin benim başımın altından çıkmıştır diye. “Bizim çocukları hep sen yoldan çıkarıyorsun” deyip görüştürmezlerdi benimle. Bir şey de yaptığım yoktu oysaki, çocukluğun beraberinde getirdiği görevleri layıkıyla yerine getirmeye çalışıyordum. Arkadaşlarım da beni sevdikleri için aileleri ne kadar izin vermese de kaçıp çıkarlardı dışarıya benimle oynamak için, sağ olsunlar. Hala da görüşürüz bazılarıyla.

Çocukluğuma dair tabii ki hatırladığım birçok anı var bunlar gibi. Bir o kadar da hatırlamak istemediğim için hafızamdan sildiğim… Ama hatırladıklarımdan biri var ki hala bir tutam kalmış umuduma umut katar ve hala bazı şeyleri sorgulamak istemediğim kadar sorgulatır.

“Her çocuk gibi…” diye başlayacaktım cümleye ama her çocuk yapar mıydı bilmiyorum. Oyun oynarken ne zaman yüksek bir ses gelse uçak geçiyor diye oyunu bırakıp gökyüzüne bakardık. Pek uçak geçmezdi çünkü bizim oralardan ama son zamanlarda o sesi çok duyar olmuştuk. Ses geliyor ama uçağın geçtiği, hatta göründüğü bile yoktu. Bir gün akşam ezanından sonra maçı bitirip evlere dağıldığımızda anneme sordum bu durumu. “Uçak değil, termik santralden geliyor o ses” dedi. Çocuğum sonuçta termik santral nedir bilmem. Bir daha uçak geçiyor diye inanıp gökyüzüne bakmam o zaman diye düşünüp geçtim. Sonradan anladım tabi durum o kadar basit değilmiş…

Annemin kafasına takılmış olacak ki birkaç gün sonra bir eline kâğıt kalemi, bir eline de beni takıp mahalleye attı kendini. Kapı kapı dolaştığımızı hatırlıyorum. Mahallenin teyzeleri kapıda çekirdek çitleyip dedikodu yaparken, benim birkaç gün önce sorduğum sorudan yola çıkıp, “çocuklarımız termik santralden gelen sesi uçak sanıp yukarı bakıyorlar. Oysaki oradan çıkan gaz hepimizi zehirliyor” diye yakınıp termik santrali kapattırabilmek için imza toplamaya çalışıyordu. Tabii ki “biz öyle şeylere imza atmayız” gibi şaşırtmayacak cevaplar almıştı annem, tek bir kişi dışında… Mahallenin çocukları arasında “deli raporu var” diye dedikodusu çıkan Sevim Teyze, “çocuklarım zehirlenmesin” diyerek imza atmıştı. Aslında bu kadarı bile yeterdi bana bazı şeyleri sorgulatmak için. Ama bu konuda malzemesi ve çelişkisi bol olan bir kasabaydık.

O günden sonra, çocuk yaşımda beni çok üzecek dedikodular gelmeye başlamıştı zaten. Ama annem bu olaydan sonra daha fazla sorumluluk hissetmiş olacak ki şimdinin Dem Partisi, o zamanın HDP’sinden yaşadığımız ilçenin eş başkan adayı olmuştu; aday olmasından bir hafta önce, partinin mahallemizde açılan bürosu taşlanmışken… Annem sırf imza topladı diye dönen dedikodular bu durum öğrenildikten sonra daha da artmaya ve sertleşmeye başladı.

12 yaşındayım; termik santral, parti, siyaset, ideoloji nedir bilmem. Tek derdim bir sonraki gün daha uzun süre maç yapabilmek. Yine bu umutla sokağa çıktığım bir gün arkadaşımın sorduğu bir soruyla şaşırıp kaldım, “Siz ter*rist misiniz? Annem öyle olduğunuzu söyledi” dedi bir anda. Ben ter*rist ne demek bilmem ki, çocuk aklımla “bilmiyorum, anneme sorarım” deyip geçiştirdim. Ama aklıma takılmıştı çoktan, anneme sorduğumda “yok öyle bir şey, sen boş ver, zamanı geldiğinde anlayacaksın” cevabını aldım. Bir sonraki gün her hatırladığımda hala gözlerimi dolduran o diyalog geçti arkadaşımla aramızda. Ben annemin bana verdiği cevabın sevinciyle, mahallelinin konuştuklarının aksine ter*rist olmadığımızı söyledikten sonra hiç beklemediğim o cevabı aldım, “boş ver, öyle olsanız bile ben seninle arkadaş olmayı seviyorum. Ne dedikleri önemli değil, gel maç yapalım.”

O yıllarda anormal görülenlerin şimdi normalleştiğini fark edince sorgulamaya başladım o günlerde yaşadıklarımızı. Aileleri kendi istedikleri şekilde karalamadan önce çocuklar ne kadar da temizmiş bembeyaz bir sayfa gibi. Nasıl da biliyorlarmış doğuştan, dünyayı yalnızca saf sevginin kurtarabileceğini. Nasıl da bozmuşlar bizi o saf sevgiyle kardeşçe yaşayabilecekken, yersiz nefretimizde boğulabilecek kadar.

Ve ne güzel de anlatmış Şükrü Erbaş hissettiklerimi aşağıdaki dizelerde;

Bunalıyoruz çocuk, bunalıyoruz. Biçim veremediğimiz şeylerin, biçimini alıyoruz.