“Gençlik çok güzel bir şey, ama gençlerin elinde heba oluyor” diye geçiyordu kitapta. Bir gençlik kampında, ilk defa gençliğimin elimde heba olmadığını hissettiğim birkaç gün geçirdim, benim gibi karanlıkta debelenip duran gençlerlerle. Yoldaş dedik birbirimize aynı yolun yolcusuyuz diye, bazılarının bezenmiş yolları varken biz karanlık yollarımızda, pili bitmeye ramak kalmış el feneriyle yürüyoruz diye.
Geçim derdinden, mutsuzluktan, umutsuzluktan, gelecek kaygısından, ülkenin dertlerinden uzaklaştık ama kaçmadık, karşımıza aldık ortak yolumuzun ortak dertlerini, “nasıl düzeltiriz?” deyip “Direniş” koyduk kampımızın adını. Çünkü anlamsız olduğunu biliyoruz hayatın, kötülüğe karşı direnmedikçe… O birkaç günde aslında ne kadar kolay olduğunu fark ettim beraber kardeşçe yaşamanın, çünkü tek derdimiz her türlü güzel şeyi sırtlayıp geldiğimiz gibi geri dönmekti, tıpkı tüm hayatımızda olması gerektiği gibi. Oysa ne güzel olurdu herkesin hayattaki tek derdi, yoldaşı olduğunu fark etmediği insanlar için o karanlık yolu aydınlatıp ölümü bir direniş umuduyla, davulla zurnayla karşılasa. Kamptayken bir “yoldaş”ıma anlatmıştım bu kelimenin önceden bana ne kadar garip geldiğini, daha yeni tanıştığım-belki de tanışamadığım- insanlar bana bu şekilde seslendiğinde benimseyemediğimi. Daha yeni tanışmıştık “nereden biliyorlardı ki yolumuzun bir olduğunu?” diye sormuştum kendi kendime. Sonrasında sokakların, meydanların bir süreliğine(!) bizim olduğu dönemlere girdik. Bir hafta önce başımız önümüzde, umutsuz yürüdüğümüz sokaklarda bu sefer başımız dik ve umutlu bir şekilde yürüdük. Yıllardır umutsuzluğumuzun, mutsuzluğumuzun beraberinde getirdiği öfkemizi haykırdık bizim olan sokaklarda, dinmedi öfkemiz, beğenmedik bizim olan sokağın duvarlarını. Girdik kol kola yürüdük duvarların üzerine, yeri geldi yıktık bazılarını yeri geldi bizim sokağımızın duvarları bize vurdu. Belki hepsini yıkamadık ama öfkemizi kusup umudumuzu yeşerttik.
Kenetlediğimiz kollarımızın birbirinden ayrılmadığı o günlerde anladım yolumuzun gerçekten bir olduğunu, eskisi kadar garip gelmemeye başladı birbirimize öyle seslenmemiz. Anladım ki herkesin derdi ortak aslında, sadece o duvarlar eğreti gelmeye başlayınca anlıyormuş insan. Her fark etmenin de bir keşkesi oluyor tabii. Keşke tepemize kadar dolmayı beklemesek “direniş” için keşke her sıkıntıda hiç beklemeden haykırsak da söylenememiş, söylenemeyen cümlelerin yükünü sırtlayan “üç nokta” gibi olmasak. Çünkü bir “nokta”dan fazlayız aslında sadece bir “nokta” kadar net ve keskin değiliz. O gün gelince ve duvarların bizim istediğimiz gibi inşa edilmek üzere yıkıldığında şu satırları haykırmak umuduyla, çünkü bu hasret bizim…
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
Ve bir orman gibi kardeşçesine…