Eskiden birbirimize saati sorardık. Teknoloji bizleri sadece eve kapatarak yalnızlaştırmadı, iletişim kurma becerilerimizi de elimizden aldı.

Doksanlarda gençler arasında saati sormak bir tanışma vesilesiydi. Seyahat sırasında vapurda, otobüste, dolmuşta bakışan gençler, aynı durakta inince tanışır, arkadaş olurlardı. Durağı olmasa da erkek mutlaka inerdi. Saatlerden bahsetmişken; biz doksanların çocuklarının en çok sevdiği saatler Casio markaydı.

Geçmişi anmak için, yıllar önce severek kullandığım Casio marka dijital saatimin aynısını internetten sipariş verdim. Üç günde elime ulaştı. Belki hatırlarsanız; üzerinde hesap makinesi olanlardan. Koluma taktım fakat kordonu çok büyüktü, ayarlanması gerekiyordu.

Nisan ayı ortalarıydı. Saati alıp evime en yakın ve tüm tamirlerimi yaptırdığım saatçinin önüne ulaştım. Bir de ne göreyim? Kapı duvar. Neyse, o gün belli saatlerde uğradım. Üç gün sonra, beş gün sonra, bir hafta sonra, bir ay geçti, aylar geçti dükkân kapalı… İnsan, İhtiyar Saatçi Zacharius Usta’yı aramıyor değil.

Jules Verne’nin meşhur saatçisi İhtiyar Zacharius Usta’dan bahsediyorum. Hani şu olağanüstü ince işçilikle ürettiği kusursuz saatlerle Cenevre şehrinin gururu olan… Hatta ünü İsviçre sınırlarını aşıp Fransa ve Almanya’ya kadar uzanmıştır. Bizim İhtiyar Zacharius Usta “Saat Maşası”nı icat eder. Bu icadının ardından kibir başını döndürür.

Zacharius Usta kızı Gerande, çırağı Aubert ve kendi gibi ihtiyar hizmetlisi Scholastique ile birlikte yaşar. Bir gün bu üçlü Zacharius Usta’da bir gariplik sezerler. Artık çok düşünceli ve sessizdir. Yemek bile yememeye başlar. Gerçek çırağın bir cümlesiyle ortaya çıkar. “Yaptığı tüm saatler hiçbir neden yokken arızalanmıştı.” Tüm dünyanın tanıdığı, insanların saat yaptırmak için geldiği ustanın saatleri durmuştu. Çırağı ile birlikte tek tek en ince ayrıntısına kadar inceleyip araştırırlar fakat bir türlü sorunu bulamazlar.

Jules Verne çok severim ama bize sürekli ‘okuyun’ diye verdikleri popüler kitaplardan sıkıldığım yıllarda karşıma “İnatçı Keraban Ağa” çıktı. Roman, Sultan II. Abdülhamit dönemi Osmanlı topraklarında geçer. İstanbul, Trakya, Balkan kıyıları ile Gürcistan, Rusya, Ukrayna ve Karadeniz sahillerine uzanan bu yolculuğun hikayesi aslında Osmanlıların en inatçısı Keraban Ağa’nın başından geçen olaylardır. Keraban Ağa eski kafalı ve inatçı bir insandır.

1880 yılında herkesin oruç tuttuğu ramazan ayında Hollanda vatandaşı bir tüccar uşağı ile İstanbul’a gelir. Ne tesadüf ki sokakları arşınlarken arkadaşı Keraban Ağa’ya rastlar. Hollandalı bir dost ile karşılaşmaktan çok mutlu olan Keraban Ağa uzak diyarlardan gelen misafirlerini ağırlamak ister evine iftara davet eder.

Keraban Ağa Üsküdar’da bir tepenin ortasında, serviler altında, Boğaz’ı ve İstanbul’u gören şahane manzaralı bir eve sahiptir. Dostlarıyla Üsküdar’a gitmek için tam kayığa binmek üzereyken borazanlar ötmeye, trampetler çalmaya başlar. Üniformalı bir adam elindeki fermanı okur. “Bugünden itibaren, İstanbul’dan Üsküdar’a veya Üsküdar’dan İstanbul’a gitmek için Boğaz’ı geçmek isteyen her şahıs ve her türlü yelkenli ve buharlı teknelerle kayıklar için on paralık vergi tesis olunmuştur. Vergi ödemeyi reddedenler, hapis veya para cezasına çarptırılırlar.” Bunu duyan Keraban Ağa deliye döner, köpürür bağıra çağıra gemiden iner ve para vermemek için sırf inadından başka bir yoldan gitmeye karar verir.

Hollandalı dostunu ve onun uşağını da alarak, atlı arabayla bir ay sürecek Karadeniz yolculuğuna çıkarlar. On para vergiyi vermeyi kabul etmeyen Keraban Ağa, Üsküdar’a geçmek için yüzlerce altın harcamaya ve aylar sürecek olan bir yolculuğu göze alır.

Benim bir huyum var: Bir zanaatkâra güvendiysem, katiyen başka birine saatlerimi emanet edemem. İnsan berberini hoop diye değiştiremez ya, benimki o mesele. Gerisin geri saatlerimi eve getirdim. İnanmayacaksınız belki ama dükkân bugün bile kapalı. Kordonu yapılmadığı için, Nisan ayında aldığım saatimi hala takamıyorum.

Geçen gün bir gence,

“Saat kaç?” dedim. Ne güzel cevap verdi.

“Siz hâlâ saate mi bakıyorsunuz?" dedi.

Şeytanın Avukatı’nı mutlaka izlemişsinizdir. Film şu replikle biter.

“Kibir en sevdiğim günahtır.”

Belki de bizim Zacharius Usta kibrine yenik düşmüştür. Hep ne derdi:

“Tanrı sonsuzluğu, ben de zamanı yarattım.”

Zacharius Usta’nın saatleri bir bir durdu. Bizim zamanla olan ilişkimizin durması acaba bu yüzden mi? Belki de hala zamanı / anılarımızı birbirimizi sorduğumuz günleri arıyoruzdur. Kim bilir? Eski bir Casio saatte, kapalı bir dükkânın paslı kepenginde ya da artık sorulmayan bir soruda:

Saat kaç?