Karmakarışık duygular içindeyim. Dışarıda bardaktan boşanırcasına yağan yağmurla içimdeki kasvet birbirine karışıyor.

Yağmur sanki içime yağıyor, üşüyorum. Oldum olası yaz ve kış mevsimlerini sevmem. Bahar, önünde ne olduğu önemli değil, ilk olur son olur yeter ki bahar olsun. Hastalık beni mahvetmiş, sarılmak istediğim sobanın yanı başına kedi gibi kıvrılıp yatıyorum. Masamın üzerinde ilaçlarım, bilgisayarım, kitaplarım ve limon kokan adaçayım hazır. Burnumu çekerken çocukluğumun görüntüsü düşüyor aklıma: Sümüklü kollarımızı kazağımıza siler, ardından oyunumuza devam ederdik. Kendime gülüp biraz da hüzünlenerek geçiyorum o anlardan.

Tam o sırada kapı çalıyor. İçeri, fırtınadan sırılsıklam olmuş kargocu Recep giriyor. Pencereden dışarı bakıyorum “hem yağmur yağıp hem de fırtına kopar mı” diye düşünürken, “Abi yine kitap gelmiş” diyor, kutuyu uzatırken titriyor. Sobanın başında ısınıyor ve ardından etrafa göz ucuyla bakıp o meşhur soruyu patlatıyor.

“Kitapların hepsini okudun mu?”

Bu evinde kütüphanesi olan her bireyin, arkadaşı eşi dostu hısım akrabası tarafından sorulan bir sorudur. ‘Hepsini okumam imkânsız tabiî ki okumadım’ dersem ardından ikinci soru gelir, “Neden aldın o zaman?”

O yüzden ben ortalama bir cevap verip geçiştiriyorum.
Recep gittikten sonra paketi açıyorum. İçinden iki kitap çıkıyor: Yeraltından Notlar ve Genç Werther’in Acıları. Doksanlı yıllarda Genç Werther’in Acılarını okurken kötü çeviriden dolayı acı çekmiştim. Çocukluğumun bir kâbusu gibi hatırlıyorum o romanı… İşte o gün bugündür iyi çevirmenlerin peşinden koşarım. Karşılaştırmalı okumalar yapmaya çalışırım. Aynı kitabı başka bir çevirmenlerden okuduğum çok olmuştur.

Çeviriye son on yıldır okurlar önem vermeye başladı. Hiç unutmam üç noktayla başlayan çeviriler gördüm. Çevirilerde cümleyi üç noktayla kesip atanları gördüm. Aynı kitabın başka çevirisinde, kaybolmuş paragrafları fark ettim. İnsan hayret ediyor: Bir metne nasıl bu kadar hoyrat davranabilirler?

Kitapları elime aldım. Hemen Genç Werther’in çevirmenine baktım. Koca bir oh çektim. Hem Almanca’dan hem de Gülperi Sert çevirmiş. Bu benim için kaymaklı ekmek kadayıfından farksızdır. Gülperi Sert’in çevirdiği Zweig’ları ve Nietzsche’nin “Zerdüşt Böyle Dedi” ile Kafka’nın “Değişim” kitaplarını okumuştum.

Peki Gülperi Sert’i diğer birçok çevirmenden ayıran özellik neydi? Çevirilerini okuduğunuzda önsözüne yazdıkları ve çevirmenin notu olarak okur için verdiği bilgiler size sadece roman ile ilgili değil okuduğunuz dönem hakkında da aydınlatıyor. Kitaba başlamadan önce yazara ve romana sizi önce hazırlıyor. Yazdığı önsöz size şu izlenimi veriyor; Gülperi Sert sadece kitabı alıp çeviri yapmamış. Yazarı tanımış, kitabı özümsemiş, yazıldığı dönemi araştırmış. Kitabın altyapısını size hazırlamış. Çevirmenin Türkçe’ye de çok hâkim olması, yalın bir dil kullanıp bunu en iyi şekilde bize aktarması da çok önemlidir.

Lütfen şunu unutmayın; çevirilerin aslından olmasına çok dikkat edin. Bir çeviri yapılırken hangi dilden hangi dile çevrilmiş olursa olsun dil çeviri sırasında kayba uğruyor. Bir Dostoyevski kitabını aslından yani Rusça’dan çevrilmiş okumazsanız, mesela İngilizce’den Türkçe’ye çevrilmişse dil iki defa kayba uğramış demektir. Biraz daha açacak olursam Rusça’dan İngilizce’ye oradan da Türkçe’ye çevrilmiş oluyor. Yani kısacası tavuğun suyunun suyu oluyor.

Bazı şiirleri sadece tek çevirmenden okurum. En çok sevdiğim Edgar Allan Poe’nin Annabell Lee şiirini Melih Cevdet Anday çevirisinden okurum. Shakespeare’in 66 sonesi “Vazgeçtim bu dünyadan, dünyadan geçtim ama seni yalnız komak var o koyuyor adama” Can Yücel çevirisidir. Kavafis’in Kent adıyla çevrileni değil, ŞEHİR şiirini okurum Cevat Çapan’dan… Bunları sayfalarca uzatabilirim.

Size bu saatten sonra tek bir şey söyleyebilirim. Çeviri kitap alırken önce hangi dilden çevrildiğine, sonra da kimin çevirdiğine bakın. Çünkü edebiyat, tavuğun suyunun suyu değil; kaynağından içildiğinde gerçek tadını verir.

İyi çeviri, sadece kelimeleri aktarmak değildir; bir ruhtan diğerine köprü kurmaktır.