Adli tıp morgunda 12 yaşında bir çocuk. Hiç büyümeyecek.
Gecenin köründe ölümüne kovalanmış, defalarca bıçaklanmış. Güvenlik kamerası görüntülerinde ustabaşı peşinden koşuyor, Eyüp Can Güner kaçıyor. Dönercide servis elemanıymış. Yatağında mışıl mışıl uyuması gereken saatte can pazarında… Fotoğrafına bakabildiniz mi?
İşin gerçeği, ben gözlerimi kaçırdım. Bazen bir çocuk işçinin kavruk yüzünden, sitemkâr bakışından gelip ansızın yoklar işte böyle ölüm, kalbim sıkıştı. İlk olmadığını, son da olmayacağını bilmekten öte bir şey geçemedi o an aklımdan. 12 yaşında bir çocuk aslında neler yapar? Oyun oynar, yaramazlık yapar, hayaller kurar, illaki büyümek ister. Hasbelkader büyürse ne olur? Dünyanın herhangi bir yerinde o veya bu sebeple bir çocuk öldürüldüğünde, ‘insan olarak’ bundan kendini sorumlu hisseder, hissetmelidir.
12 Haziran Dünya Çocuk İşçiliği ile Mücadele günüydü. Türkiye’de ise 2025’i ‘aile yılı’ ilan etmek yerine çocuk işçiliği ile mücadele yılı haline getirmenin önemi vurgulanıp İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi tarafından mücadele çağrısı yapılmıştı. Çünkü 2024 yılında tam 71 çocuk işçi cinayeti meydana geldi ve bu rakam bugüne kadar kaydedilenlerin en yükseğiydi. Yani işler günbegün kötüleşirken alınmayan önlemler sonucunda çocuklar, ölüme kafa tutarcasına çalışmak zorunda bırakıldı. 2025’te ne mi oldu? Sadece ilk beş ayda 29 çocuk işçi yaşamını yitirdi. Neden?
Çünkü Millî Eğitim Bakanlığı’nın devreye soktuğu Mesleki Eğitim Merkezleri’nin (MESEM) giderek yaygınlaşması, çocuk işçiliğinin de artması demekti. İstatistiklere göre, her 4 çocuktan 1’i çalışır hale geldi. Eğitim politikaları, yaraya merhem olmak yerine yangına körükle gitti. Çocukların her türlü güvenliği, sağlığı ve yaşama hakları hiçe sayıldı. Zaten gittikçe yoksullaşan halk, gözünü kırpmadan canı, ciğeri evladını üç kuruş için çalıştırmak zorunda bırakıldı. Kimse o anne babalara kızmasın, çocuk haklarından ezbere bahsetmesin. Yoksullukla mücadele konusu ne zaman hepimizin gerçek gündemi olursa işte o zaman gerçek çözümlerden bahsedebiliriz. Bunun için sürdürülebilir bir çocuk politikası gerekir. Yoksa sadece bu birkaç gün adı karşımıza çıktıkça ah vah edip hatırlarız Eyüp Can’ı… Unuturuz. Biz bu konuda çok iyiyiz. Hatta en çok bu konuda iyiyiz ülkece!
Örneğin kaç kişi hatırlıyor 14 yaşındaki Arda’yı? Google’layanlar olacak şimdi, biliyorum. Hay Allah, dilimin ucunda sanki ama kimdi, diyenler… Yazımın altına bir fotoğraf ekleyeceğim. 2013-2025 yıllarında iş cinayetlerinde hayatını kaybeden 770 çocuk işçinin isimleri… İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi (İSİG) tarafından hazırlanan tabloyu kullandım. Çekinmeyin bakın! Aynaya bakar gibi bakın! Zaman kaybı mı? Öyleyse en azından şunu bilin, hepimizin sorumlusu olduğu yüzlerce cinayete umarsızca sustuk. Bu utanç bizim!
Asıl mesele, sessiz kalmaya devam edecek miyiz? Neyi değiştireceğiz? El birliğiyle katline ferman verdiğimiz bu çocuklar bizim! Fırsat eşitliğini sorgulamayacak mıyız mesela? Biliyoruz ki demokratik, laik ve bilimsel eğitimin ışığından şaştığımız an düşeceğimiz karanlığın dibi yok.
Yaşanamamış onca çocukluk… Biriktirilememiş anılar… Hepsi aynı kuyuda. Ali’lerin, Zeynep’lerin, Mehmet’lerin, Songül’lerin çığlığı kulağımızda. Ne kadar uzağa gidilir ki? Hem nereye gitsek onların sesi bizimle gelmez mi? İnsan kendi vicdanından kaçamaz ki. Başımızı yastığa koyduğumuz o an, vicdanımız ya rahattır ya da değil. İçimizde yankılanan ne varsa yine bizden, başkasından değil. Rahat alınan bir nefes ise her şeye değer.
Sonuçta, maalesef bugünün çayları, kahveleri de acı dostlar. Elimden gelse ayı değil ama cümle hayal kırıklıklarımızı toplayıp kırpar, yıldız yapardım. Kafamızı kaldırınca hepimize yol göstersinler diye. Şimdi farz edin, bu yazı üstünüze yağmış…