“Bu coğrafyada isyan etmeye değmez, çünkü hep çok geç isyan ederiz”. Bu sözün aslı böyle değil. Emil Cioran “Doğmuş Olmanın Sakıncası Üzerine” kitabında benim koyduğum isyan kelimesi yerine farklı bir kelime kullanıyor.

Cümleyi her okuduğumda o kelime beynimin süzgecinden geçip isyan olarak geri çıkıyor. Gerçi son zamanlarda ne okusam, ne izlesem aklım hep oraya kayıyor. Düşünmeden edemiyorum; reflekslerimiz neden bu kadar zayıf, neden hiçbir şeyi olması gerektiği zaman olması gerektiği gibi yapamıyoruz diye. Daha yeni (kim bilir kaçıncı kez) gündem olan taciz ifşaları ile ilgili haberleri tekrar tekrar okurken düştüm bu sorgulamaların bitmek bilmeyen girdabına. Tam sisteme ayak uydurup, herkes gibi hayatın akışına kapılıp unutacaktım ki geçmişinde Turan isimli akrabası tarafından tacize uğramış annemin köşe yazısını okudum. Unutmak üzereydim diye kaç kere utandım kendimden bilmiyorum.

Çünkü en yakınımız, hatta kendimiz bile hayatımızın bir döneminde yaşamış olabiliriz bu durumu. Yaşamasak bile gelecekte yaşamayacağımızın garantisi yokken nasıl unutabiliriz ki deyip kendimce koydum istisnayı ilk cümlemin sonuna. Bunun için isyan etmeye değer, hiçbir zaman geç değil. Annemin de kendi köşe yazısında yazdığı gibi: “Susmayın… Yıkılsın kaleler, yıkılsın devletler, tutuşsun tüm siyasi partiler, titresin tüm insanlık suçu işleyenler. Vicdanı rahat olmayan herkesin uykusu kaçsın. Bir gün sıra size de gelecek…”

Yazının sonunda ilk cümlemle çelişip, umutlu bir alıntı bırakacağımı bile bile çatışacağım kendimle. Umutsuz durumlardan bahsedip, her seferinde sessizce bir sonraki dalgayı beklediğimizi kendime hatırlatacağım, geç isyan ettiğimizi kendime kanıtlamak için. Sonra da düzenin böyle devam etmesini istemediğim için isyan etmeye değeceğine ikna olacağım çünkü gecenin en karanlık anı… Falan filan işte.

Gün geçmiyor ki trajik bir olayı tartışırken yenisi yaşanmasın. 19 Mart sürecinde sıra arkadaşlarımız anayasal hakkı olan protestoları yaparken, ülke sınırlarını koruyormuşçasına karşılarına dikilen güvenlik görevlileri “düğüne geldim” dediği için katil Ayberk Kurtuluş’u üzerini aramadan içeri aldı. Pedofili katil üzerindeki silahla, Boğaziçi Üniversitesi kampüsündeki düğün salonunda çalışan bir kız çocuğunu katletti. Burada o kadar çok şey için “neden?” diye sorulması gerekiyor ki… Üniversite kampüsünün içinde neden bir düğün salonu var? On beş yaşında bir çocuk neden çalışmak zorunda kalıyor? Sözde güvenlik görevlileri neden üst araması yapmıyor? En önemlisi 24 suç kaydı olan pedofili bir katil neden hapiste değil de belinde silahla dışarıda rahat rahat dolaşabiliyor ve 25. suçunu işleyene kadar “emir kulları” ve hukuk sistemimiz ne yapmakla meşguldü? Tabii ki bu sorulara bir cevap bulamayacağız. Bu ülkede ısrarla, öfkeyle ve şiddetle sorulmayan soruların cevapları alınmaz. O yüzden Mahmut Tanal her şeyi ısrarla sormakta haklıydı.

Bu olay ne ilkti ne de son olacak. Tıpkı; Münevver Karabulut, Özgecan Aslan, İkbal Uzuner ve Ayşenur Halil’in ve nicelerinin ilk veya son olmadığı gibi… Defalarca gündeme gelmiş taciz ifşalarının, bir süre sonra üzerine yenileri eklenerek gündeme geleceği gibi. Hep oldu, hep olacak biz yeterince ses çıkaramadıkça, tıpkı birkaç saat önce Osmaniye’de bir babanın(!) otogarda kızını tüfekle yaralaması gibi. Böyle yazınca ne kadar garip hissettiriyor. İsimler sık sık yenileniyor. Bazı olaylar gündem oluyor, bazıları olmuyor. Gündem olan olaylar için sokağa çıkılıyor ya da topluma duyurulmaya çalışılıyor. Gündem olamayanlar sessiz sedasız unutuluyor çünkü bu ülkede gündem olabildiğimiz ve gündemde kalabildiğimiz kadarız.

Kadınlar mücadelelerini sürdürüyor, kol kola girip “neden, kadınlar neden öldürülüyor” diye haykırıp neden önlem alınmadığını her seferinde soruyor bu sisteme. Ama biz “Erkekler neden şiddete bu kadar meyilli ve bu durum neden hemcinslerimiz tarafından normalleştiriliyor” diye sorgulayıp bir şeyler yapmamız, daha önce bir kadına şiddet uygulamış, taciz etmiş birini toplumdan dışlamamız gerekirken samimiyetsiz bir “Kadına şiddete hayır” paylaşımından öteye geçemiyoruz. Çünkü farkında değiliz; bu ülkede hepimiz birer maktul adayıyız.

İşte bu yüzden bu ülkede hep çok geç isyan ederiz. Bir mücadeleye samimiyetsiz bir destek vermek yerine temeline inip nedenini sorgulamadıkça ve bunun için somut bir şeyler yapmadıkça hiçbir şey düzelmeyecek. Sonra, zamanında samimiyetsiz bir destekle geçiştirdiğimiz mücadeleyi bir yakınımız için vereceğiz. Sesimizin desibelleri artmadıkça, öfkemizi diri tutmadıkça ya da yeni bir gündem gelmesini beklemeden sokağa çıkmadıkça isimler gelir isimler gider. Çünkü sistem aynı sistem, düzen aynı düzen.