Yazımın konusu birkaç gün önceden belliydi ama bu ana kadar yazmaya başlamamıştım, keşke başlasaydım.
Az önce annemi arayıp “konu belli ama bu şekilde yazarsam kurgu gibi görünür” dedim. “Hayır, görünmez” dedi. Biraz düşündüm, Marmara Depremi’ni yazacakken depreme yakalanmak ve o gün ile benzer şeyleri yaşamak kurgu gibi gelebilirdi, tabi Türkiye’de yaşamasaydık; Kadın cinayetleri ile ilgili yazarken bir kadın öldürülebilir, orman yangınlarını yazarken bir orman yanabilir belki de yazı bitene kadar oraya otel dikilebilir, kolay ölümler ülkesinde yaşadığımızı yazarken bir hiç uğruna ölebiliriz, tıpkı bunu yazarken az önceki depremde bir yurttaşımızı yitirdiğimiz gibi.
İlk yazımı yazdıktan hemen sonra düşünmeye başladım acaba bu hafta ne yazsam, diye. Çok geçmeden annemden Gölcük Depremi fikri geldi, “yıldönümü yaklaşıyor, ben de onun üzerine yazacağım, bir gencin penceresinden bakalım” dedi. Bu ülke, bize bakabileceğimiz farklı bir pencere sundu mu diye düşünüyorum günlerdir. Düşündüm ama farklı bir pencere bulamadım, üzgünüm annecim. Hep “bu ülkenin balını kaymağını Y Kuşağı yedi, her şeyi yaşadılar” diye söyleniyordum. Bal ve kaymak konusunda fikrim çok değişmedi ama her şeyi yaşadılar cümlemdeki imrenmem yanlış mercilere ulaştı sanırım. Geçmişte ne kadar kötü şey yaşandıysa hepsini tekrar yaşıyoruz. Kaoslar, savaşlar, atışmalar, çatışmalar, içeri alınmalar, dışarı atılmalar; büyük depremler, büyük ekonomik krizler hepsini tekrar daha sağlam şekilde yaşadık. Henüz birilerinin önüne yazar kasa atamadık ama birilerinin geçmişte yaptığı çay simit hesabıyla geçinmeye çalıştık, geçinemedik…
Geçmişin bize bıraktığı gibi biz de geleceğe günü geldiğinde anılması, üzerine yazılar yazılması, ağıtlar yakılması gereken acılar ve felaketler bıraktık ve bırakıyoruz. Zaman geçiyor, rakamlar artıyor, 1999’lar 2023 oldu, 18 bin 373’ler 53 bine yükseldi. 3G'lerimiz 6G oldu diye övündük, depremde dumanla haberleşme devrine geri dönüp binalardan yükselen dumanlara göre hareket ettik. O yüzden bizim penceremiz hiçbir zaman gül bahçelerine bakmadı ve hep dumanlar yükseldi baktığımız manzaradan. Önümüze konulan pencerenin camına ‘hoh’ yapıp kalpler, gülücükler çizdik kötülüğün zifiri karanlığında, içimizdeki umudu yeşerten bir renk olmak için.
Zamanı geldiğinde “olay yeri, girilmez” şeritleriyle kaplayacağımız bu sistemin pencelerinin yerine; gül bahçelerine, uçsuz bucaksız yeşilliklere, umuda, huzura bakan pencereler yapıp, kötülüğün pis tozuyla kaplanmış kalplerinize parmaklarımızla “beni yıka” yazacağız. Belki salonu da balkona katarız, kim bilir? Yakındır, yaşadığımız felaketleri değil de mutluluklarımızı, ülkemizdeki güzel gelişmeleri yarıştırdığımız günler. Buna inanmak istiyorum çünkü Yaşar Abi de öyle diyor…
“Umutların öldüğüne iyice inandığın bir anda insanlık, binbir yönden açan bir ışık-umut çiçeğiyle birden aydınlanıverir...”