Coğrafyasıyla, kültürüyle, siyasetiyle ve insanlarıyla birlikte çok garip bir ülkede yaşıyoruz. Günler birbirini kovalarken biri diğerini tutmuyor. Bazen beyaz zambaklar ülkesiymişiz gibi gereksiz bir mutlulukla, bazen de en ufak umut kırıntısından uzak bir ülkede yaşamanın getirdiği mutsuzlukla kafamızı koyuyoruz yastıklarımıza.
Alnımız çok kırışıktır mesela, gerek sık sık üzülmenin sebep olduğu mimiklerden, gerek ülkede yaşananların beraberinde getirdiği gerginlik ve sinirden… Kalbimiz sürekli tekler, sevdiklerimiz için endişelenmekten ya da sokaklarımızda rahat rahat gezememekten. Gözlerimiz bolca yaşarır; yaşadığımız, yaşamak zorunda bırakıldığımızkoşullardan ötürü. Islak saçlarımızı kurutamadan, kıyafetlerimizi ütüleyemeden çıkarız evlerimizden ömrümüzün çeyreğini satıp patronlarımızı zengin etmek için. Kredi kartlarımızın dibini bayat ekmekle sıyırıp ay sonunu nasıl getiririz diye düşünürüz. Gerginizdir sürekli, bütün bunların farkında olup derdimize dert kattığımız için. Ve sesimiz hep kısıktır dışımıza bağıramadıklarımızı avazımız çıktığı kadar içimize haykırdığımız için…
Dışarıya haykırmayız ama içimizde çokça kayıplar verdiğimiz savaşlar döner. Neşemizi, mutluluğumuzu, yaşama enerjimizi kaybeder, kuytu köşede kimseye belli etmeden susarız ama umudumuzu biraz bile kaybedersek… İşte o zaman umutlarımız bir daha yeşermez endişesiyle içimizdeki savaşın enkazını dışarıya kusarız.
Neden böyle yazdım bunları emin değilim. Sanırım genç, yaşlı, çoluk, çocuk demeden insanların memnuniyetsizliklerini, kötü yaşam koşullarını, ülkenin eksikliklerini korkmadan bir yerlerde dile getiriyor olması beni fazlaca umutlandırıyor. “Halk bu kadar şeye rağmen niye konuşmuyor, susuyor” denilen insanlar 6 Şubat depremlerinden sonra hiç imtina etmeden, kelimelerin üstünü örtmeden konuşmaya başladı; evde, sokakta, ekranda, mikrofon karşısında… Önceden sokakta kendine mikrofon uzatılınca “ben konuşmayayım, başımız belaya girmesin” diyenlerin gözyaşlarının isyanıyla, mikrofonu bile ağlattığını gördük mesela. Sokaklarda oyun oynarken şımarıp ailesine, “çocuğunuz çok şımarıyor” diye şikayet götürmesi, gezip tozması gereken çocukların memleketin eksilerini haykırdığını gördük. Seçim dönemlerinde “oyunuzu kime vereceksiniz” diye uzatılan mikrofona, birilerini rahatsız edecek cevaplar vereceği için hiç konuşmayan emeklilerin, “o gelmesin de Hristiyan’a bile oy veririm” dediğini gördük.
Saymakla bitmeyecek kadar çok örnek var bu şekilde. Olmaya da devam edecek gibi duruyor çünkü o depremde binalarla birlikte korku duvarları da yıkıldı. Ve birileri bunun farkında olacak kibazı sokak röportajlarının“her şeyin kötüye gittiği” yönünde kasıtlı bir algı oluşturduğunu öne sürerek, “umutsuzluk ve ayrışma yaratılmasına izin vermeyeceğiz” ifadelerini kullanıyor. Sanırım şunu anlamamız gerekiyor, birkaç yıl önce verdiği sokak röportajında “söylerken sesim titriyor, kış gelince mont almamız gerekiyor. Kaç lira olmuş; 300-400 lira” deyip ağlayan genç kız “her şeyin kötüye gittiği” yönünde kasıtlı bir algı oluşturuyor, gerçekleri söylemiyor çünkü(!). Ya da çocuğunun elini tutarken ağlayarak, “artık psikolojim bozuldu çocuklarla, benim yaşadığım hayatı gelin siz yaşayın” cümlelerini kuran anne “umutsuzluk ve ayrışma” yaratıyor. Çünkü ülkemizde böyle problemler yok, her anne çocuğuna rahatça bakabiliyor, açlık sınırı 27 bin 111 lira değil ve nüfusumuzun yarısı bu sınırın altında yaşamıyor(!).
Sokak röportajlarının karamsarlık yarattığını söyleyenler, “Belirli kesimlerin duygularını istismar eden, halkın umut duygusunu zedeleyen bu yayınlar; medya etiğine, ifade özgürlüğünün sınırlarına ve kamu yararına aykırıdır” ifadeleriyle devam ediyorlar, okurken bile o ağlayan insanların gözyaşını düşünüp utandığım yazıya. İnsanlarda zedelenebilecek bir umut kaldığını söyleyerek, kendindeki umuda hayran bırakıyor adeta.
Sözün özünü ilk cümlemde yazdığım için yinelemek zorundayım, gerçekten garip bir ülkede yaşıyoruz. Hayatta kalmak için ekstra bir çaba göstermek zorunda olmasak ve biraz bile düşünmeye vaktimiz olsa ya filozof olacağız ya da delireceğiz. Yapılan açıklamalara, verilen demeçlere bakılırsa piramidin tepesindeki azınlık kimseler ile en dipteki çoğunluk birbirinden çok farklı ülkelerde yaşıyor. E tabi para olunca, ay sonunu nasıl getiririm düşüncesi de olmayınca umut ve mutluluk arkasından koşarak geliyor piramidin tepesindekilere. Bizlerin yaşam standartları, faturaları, sağlık sorunları, gözyaşları, umutsuzlukları da görülmüyor tabi o kadar tepeden.
Fakat gün gelir devran döner. Faturalar kesilir, piramitler altüst olur. O gün geldiğinde biz de onların umutlarını yeşertiriz “korkmayın, belki altı üstünden daha güzeldir” diyerek.