Kıbrıs’taki 15 Temmuz 1974 darbesini yapan Nikos Sampson da, devirdiği Makarios da Enosis taraftarıydı. Birisi adadaki Türkleri yavaş yavaş yok etmeyi, diğeri kökten temizlik yapmayı öneriyordu.

Makarios, Baf’a kaçtı, İngilizler onu Malta’ya götürdü, Londra’ya getirdi ve Amerika’ya yolladı. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda konuşan Makarios, “Ülkem Yunanistan’ın işgali altındadır. Kıbrıs’ta Türklerin de Rumların da hayatları tehlikededir” diyordu, zira Samspson geldiğinin ertesi günü Kıbrıs Helen Devletini ilan etmişti.

15 Temmuz 1974’te iki Enosisçinin savaşı, 20 Temmuz’da Ecevit’in başlattığı Kıbrıs Barış Harekâtı ile son buldu.

15Temmuz bir başka darbeyi daha çağrıştırıyor. Daha doğrusu 15 Temmuz 2016 kalkışmasını… Bir dönem birlikte yürüyen, birbirine destekleri için teşekkür eden iki “dostun savaşı”. Ne istediyse alan ile “ne istedi de vermedik” diyenin alıp veremediği ne olabilir? Bu konu ince bir konu. Birbirlerinin yapacaklarından bilgisi olduğu iddia edilse de, ortadaki geçek şu: Ne istediyse alan eğer kalkışmada başarılı olsaydı ülkeyi tek başına yönetecekti. Savaşını kaybetti. Bu kez, onu yenen kişi ülkeyi tek başına yönetme kararlılığını gösterdi.

2014 yılında cumhurbaşkanı seçilen Erdoğan, tek adamlığın güçlerini kullanmanın keyfini yaşarken, herhalde gelecek kaygısını da içinde taşıyordu. 2016 Kalkışması “iyi bir proje” idi, kimin için, kimin yararına? Bu konu ile ilgili araştırmalar sürecek, bilgi ve belgeler zaman içinde yayınlanacak. Ancak, kalkışmanın ertesinde, 20 Temmuz'da hava değişti.

Önemli bir değişiklik OHAL kararı yetkisinin TBMM’den alınıp tek kişiye verilmesidir. Zaten tek kişinin yetkisi, her türlü imar planlarından, parsel satışlarına, devlet yönetiminde üst düzey bürokrat atamasından özel nitelikli ihalelere kadar çok geniş bir alanı kapsıyordu. Bu yetkileri destekleyecek yasal düzenlemeler arasında, istenmeyen haberlere erişim yasağı, hatta erişim yasağı haberlerine de erişim yasağı getirildi.

Özetle, kamuoyuna yansıyan haberlerin dışında, ne kadarı yansıtılmıyor, onu tam olarak bilmek olası değil. Kamuoyuna yansıdığı zaman, haberler güncelliğini yitirmiş olabiliyor. Ancak bilgilerin kayıtta olması yararlı, zira söz uçar yazı kalır, tarih ise affetmez.

Tek adam imzasının “defacto” yani gerçek yaşamda uygulanabilir olarak kabul edilmesi çok tehlikeli sonuçlara yol açabilir. Örneğin, 'Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi 11 Mayıs 2011 tarihinde İstanbul’da imzalandı. Bu nedenle İstanbul Sözleşmesi ile anılan bu sözleşme TBMM’de kabul edilerek 2014’te yürürlüğe girdi. Sonra, tek bir imza ile sözleşmeden çıkıldı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın 21 Mart 2021 tarihinde imzaladığı kararnameyle İstanbul Sözleşmesi Türkiye Cumhuriyeti tarafından feshedildi.

Neden çıkıldı, sonuçları nasıl gelişiyor, bunu kamuoyu tartışıyor. Biz de kadın haklarının savunulması üzerinde görüşümüzü yazdık, yine yazacağız. Burada vurgulamak istediğim nokta, TBMM’nin aldığı bir kararı bir imza ile ortadan kaldırmak, uluslararası anlaşma ve sözleşmeleri feshetmek kimin aklına hizmet eder?

Aklı evveller bu kez Montrö anlaşmasından çıkılabileceğini bile yazmaya başladı. Montrö Sözleşmesinin de tarihi 29 Temmuz (1936). Türkiye, Montrö Sözleşmesi ile Türkiye’nin İstanbul ve Çanakkale Boğazları üzerinde tam olarak yetkili olduğunu uluslararası imzalarla kabul ettirdi. Şimdi birisi gelecek ve sözleşmeden çıkacak diye öneriliyor. Öyle mi?

Rusya’nın 24 Şubat 2022’de Ukrayna’yı işgali ile başlayan savaşta, ülkemizi dışarıda tutan bu Sözleşmenin yararı konusunda 4 Nisan 2021’de bildiri yayınlayan emekli amiraller ise ya hapiste ya da davaları sürüyor. Oysa onlara bilgilendirmeleri için ödül bile verilebilirdi.

Geçmişin bilge insanları Türkiye Cumhuriyeti'ni ayakta tutuyor. Onları unutturmak nafile. Yurtdışında en hafif deyimiyle boynu eğik olanların ülkede kahramanlık nutukları da boşuna.