Bir önceki yazımı, ”güzel günlerin geleceğine inanmak istiyorum.” diyerek bitirmiştim. Bu yazıma da inanmak istiyorum diyerek başlamak istedim. Çünkü gerçekten inanmak istiyorum.
Yeni insanlarla tanışıp sohbet etmeyi hep sevmişimdir, “memleket nere?” sorularını atlayıp kısmen daha çekilebilir olan “ne iş yapıyorsun?” sorusu gelince, eğer karşımdakinin samimiyetine inandıysam, genelde “yaşamaya çalışıyorum” diye cevap veriyorum. Evet, çok bohem ve hayır, Kaybedenler Kulübü’nü sevmiyorum. Niye böyle cevap verdiğimi çokça sorarım kendime. Şimdiye kadar ‘çünkü’leri değişmedi bu soruların. İsmimin önüne koyabileceğim sıfatları ya henüz kullanabileceğim kadar hak etmedim ya da benimseyemedim ve gerçekten yaşamaya çalışıyorum, herkes gibi… Ama öğrenciyim demek tam bana göreydi hala öğrenciyim dediğim de olmuştur ne de olsa hayatta öğrencilik bitmiyor.
Hayattaki öğrenciliğimi, yazı yazmak üzerinden devam ettirdiğim dönemdeyim. Tabi bunun beraberinde geçim sıkıntısını öğrenmek, ülkenin boğucu gündeminde boğulmadan yaşamayı öğrenmek, sevdiklerimin ve benim nefes alıp, geri verebilmemiz dışında bir sebep bulabilirsem mutlu olmayı, olur da sebep bulamazsam mutsuz da yaşayabilmeyi öğrenmek gibi alttan aldığım dersler var. Yazı yazarken diğer saydıklarımdan beslendiğim için bu konuda gelişene kadar diğerlerini alttan almaya devam edeceğim. Şimdiye kadar en çok da buradan eleştiri aldım, mutsuz ve umutsuz yazılar yazıyormuşum. E malzeme bu, başka ne yapsaydım? Olmayan şeyleri de yazamayacağıma göre… Geçen gün bir yurt dışı gezisi yaptım, ne kadar da farklı kültürleri var diye başlayıp sosyolojik bir yorum yapayım… Ama bilin bakalım ne eksik, evet yurtdışı gezisi… Biraz fazla yüksekten uçtum. O zaman geçenlerde ailecek karavanla yaptığımız gezide gördüğüm doğal güzellikleri ve denk geldiğimiz müthiş insanları anlatayım bir sonraki yazımda. Ama durun burada da bir şey eksik, müthiş insanlar… Ha bir de karavan eksik tabii. Şöyle bir okudum da yazdıklarımı, iyi şımarmışım; karavanlar, yurtdışı gezileri havada uçuşuyor. Yazı yazmak için bunlara gerek yok tabii ki. Mutlu şeyler yazmak isteyen gün içinde denk geldiği tatlı olayları da konu alabilir sonuçta. Mesela geçenlerde işe giderken trafikte iki kişinin kavgasına denk gelmiştim hatta biri bagajından oldukça kaliteli bir beysbol sopası çıkarmıştı. Aynı gün ofiste halinden memnun olmadığı için mutsuz olduğunu düşündüğüm birkaç surat, eve giderken annesi istediği oyuncağı alamadı diye ağlayan bir çocuğun tokatlanarak susturulmasını, toplu taşımada üzerinde sekiz saat çalışmanın yorgunluğunu taşıyan bir toplumu ve eve varıp aynanın karşısına geçtiğimde, tüm gün bu gördüklerini düşünüp kafaya takmaktan dolayı asılmış bir surat gördüm. Evet, biraz mutsuz yazıyorum çünkü…
Olmayan, gerçekleşmeyen şeyleri yazabilseydim masal yazardım, kötü şeylerden bile iyi ve anlamlı birkaç dize çıkarabilsem şair olurdum mesela. Ben de yokları yazamadığım için mecburen elimde ne varsa onu yazmaya çalışıyorum. Yazdıklarımın umutsuz olduğu da kısmen doğrudur çünkü hayal kırıklığının yolu, umut taşlarıyla bezenmiştir. Tam da bu yüzden yaşadıklarımızı değil de yaşayamadıklarımızı yazmaya çalışırım o da derinliklerimde biraz da olsa umut barındırdığım, yaşayamadıklarımızı bir gün yaşayabileceğimize inanmak istediğim için. Ve tam da bu yüzden Tanrı bizi şimdiye kadar yaşadıklarımızı yazacak hale düşürmesin çünkü…
Çünküsünü bu sefer de Şükrü Erbaş’ın dizeleri söylesin:
“Kalbimizde boğucu bir kalabalık
Aklımızda umutsuz sözlerin acısı
Baktığımız kadar bir sokak dışarda
Bir soğuk, bir üzgün, bir yalnız resim
Kapanır durur üzerimize bütün uzaklar.”