Ah, o masaların sesi... En dertli, en keyifli, en umutsuz, bazen de umudun en ince telinden tutunmuş halinin sesi... “Gittin mi?” sorusu, o unutulmaz yorumunla zihnimize kazındığı gibi, şimdi sana soruluyor. Evet, gittin.
Ve sen gidince, ardında sadece şarkılarını değil, dillere destan bir aşkın hüznünü soru işaretleriyle bıraktın.
Senin sesin, bir ‘Altın Kafes’ti aslında.
Öyle parlak, öyle kıymetli, öyle içli ki...
Her bir şarkıda, o kafesin tellerine dokunur gibiydin.
Sesin, sözlerin en acılı halini bile bir zarafet timsali olarak sunardı bize.
“Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime…”
Ama o altın kafesin içinde, belki de en büyük acıyı ve aşkı, Hasan Heybetli ile yaşadığın o büyük aşkta hissettin.
Dillere destan oldu o aşk.
Öyle bir aşk ki, yıllar geçse de izi silinmedi.
Öyle bir aşk ki, belki de ‘Dert Bende Derman Sende’yi bu kadar içten söyleten, onun varlığıydı.
O, senin için hem bir sığınak hem de bir hicrandı.
Evliliğiniz, bir peri masalı gibi başlamıştı; iki ruh, birbirini bulmuştu.
Ama yaşadığın kader, perdenin arkasını görmemizi engelledi.
Onun gidişi belki kurtuluştu belki derin bir hüzün…
Belki senin için bitmeyen bir şarkı oldu.
Belki o günden sonra sesine, her nağmeye sinmiş bir hasret, bir veda duygusu eklendi.
Her mikrofon başında, her sahnede, aslında ona da söylüyordun şarkılarını.
O, senin hem en büyük aşkın hem de en derin kederin oldu.
Belki de hepimiz seni dinlerken, sadece şarkıları değil, o büyük aşkın yankısını da duyduk.
O yüzden sesin, bu topraklarda bu kadar zamansız.
Çünkü sen, aşkın hem en güzel halini hem de en acı veren yanını, tüm samimiyetinle yaşadın ve yaşattın.
Şimdi sesin hâlâ kulaklarımızda bir ‘Altın Kafes’ gibi çınlıyor Muazzez Abacı.
Ve biz, o kafeste kalan, senin o büyük aşkının nağmelerini dinlemeye devam ediyoruz. Işıklar içinde uyu, bize bıraktığın o zamansız sesin ve unutulmaz aşkınla...