İtiraf edeyim mi?

Memleketin ormanları cayır cayır yanıp ciğerimden parça koparken çok ayıp ama insanoğluyum ya, kanımda çiğ süt, iyi ki Çeşme'de orman yok diye içimden geçirmişimdir.

Ki burada yaşayanlar olarak hep hayıflanırız... Neden ağacımız yok!

Oysa biliyoruz, bize ilkokulda öğretildi... Akdeniz bitki örtüsü makilik!

Sonra sevdiğim dostlarım Çeşme merkeze on dakika mesafede Zeytinler Köyüne yerleştiğinde ziyaretlerine ilk gittiğimde hem kızıl çam ormanının ortasında büyülenmiş hem de ilk sözümü söylemiştim: ya yangın çıkarsa?

"Yangın kulesindeki abiyle tanıştık, telefonlaştık merak etme" dediler.

***

Ama hep aklım onlarda kaldı.

Geçen hafta Çeşme yangınında hemen telefona sarıldım. Rüzgar denize doğru bizlik bir şey yok dediler. Titrek sesle...

Sonrası...

Sonrası şöyle...

Otlar yanıyor çok büyüttünüz diyenlere küfürlerimizi sonraya saklayıp ayağa kalktık.

Makilik ha?

Onlar canlı değil çünkü! Kaplumbağlar, kirpiler, tilkiler, domuzlar, yılanlar...

Ekosistem, habitat?

Cahile, vahşiye ne anlatacaksın?

Haydi onu bırak, yangın Ovacık'a yayıldığında Alaçatı'nın canım kadınları bir anda kenetlendi.

Çünkü orada çöplük kapandıktan sonra yaşamaya çalışan köpekler vardı.

Yetişkinler kaçabilirdi ama ya yavrular?

Tamamen kadınlardan oluşan sivil toplum örgütü ÇESAL'ın barınağı da o taraftaydı...

Yangın oraya ulaşırsa ne olacaktı?

Yapacak bir şey yok, barınağın kapıları açılacak hayvanlar salınacaktı..

Peki ya hasta ve felçliler?

Ona da anında çözüm bulundu...

Haberi alan canım kadınlar mesaj attı, evdeyiz bekliyoruz hepimiz bir tanesini kurtarabiliriz!

***

Çok şükür gerek kalmadı ama tanıdığım tanımadığım Alaçatı'nın tüm kadınları...

Bu ülkenin başına gelen başka felaketlerde de neler yaptığınızı çok iyi biliyorum.

Van depremi, Soma faciası, İzmir Depremi, orman yangınları...

Reklamsız, çıtımız çıkmadan ne güzel birleşiyoruz.

Ülkenin neresi olursa oraya elimizden ne gelirse ortaya koyuyoruz.

Yaşadığımız yarımada bilinen tabiriyle çok sosyetik!

Ama çocukluğu burada geçmiş, buralar dutlukken ana babası ev sahibi olmuş, şu anda ayakta kalmak için kıçını yırtan bir güruh da var.

Kumsallara giderken çantasına poşet koyup çöp toplayan... Kışın fırtına selde sokaklardan kedi, köpek, kirpi, kaplumbağa toplayan...

Dur gideyim de biraz bohem hayat yaşayayım diye değil, büyükşehirlerde yıllarca eşek gibi çalışıp ya iflas eden, ya mobbinge yenilen ya kötü biten bir ilişkiye yenilen...

Her birimizin hikayesi kaçış romanı olur.

Ama yine de yetişiyoruz be!

Hem birbirimize hem her çığlığa...

Saklı, Çeşme insan hikayeleri...

Bir gün her birini yazsam mı?

***

Derken… Susuz Dede haberi geldi.

Bu kez sustuk kaldık. Çok ağladık. Ama hiçbir şey yapamadık. Çünkü bu başka bir saldırıydı.

O küçücük yeşil alan doğup, büyüdüğümüz gözümüzün nuru şehrimizin en naif sembolüydü.

Beton yığınları içinde bize gülümseyen bir çift yeşil gözdü.

Bu sembolü bilenler yaktı zaten… Ben öyle düşünüyorum en azından.

İzmir bu ülkenin hiçbir genel geçerine uymayan, rengarenk kültürü ve birbirinin içine geçmiş inançlarıyla kendi halinde huzur içinde yaşayan insanların köyüydü.

Köydü evet. Gittikleri her yeri cehenneme çevirenlerin sözde hep aşağılama kelimesi olarak kullandıkları köydü.

Biz köyümüzde hiçbir partinin, dinin, fraksiyonun fanatiği, saldırganı olmadan yaşayıp gidiyorduk.

Önce pompalanan göçle, sonra bu şehri asla tanımayan ve anlamayan beton fetişistlerinin bağrımıza sapladığı hançerlerle yaralandık.

Önce körfezin silueti değişti, sonra sokaklarının, mekanlarının, ticarette söz sahiplerinin profilleri...

Susuz Dede son semboldü.

Nasıl olsa yandı haydi oraya da betonu dökelim diyecekseniz bir daha düşünün derim.

O kadar uzun boylu değil… Yeter canımızın yandığı…

İyi niyetli, sakin, barışçıl insanlarız ama bir damarımız var… Gerekirse suya götürür SUSUZ getirmeyi de biliriz.