Halihazırda içinde var olduğumuz birlikte yaşam, bugünden çok önceye dayanan deneyimlerin sonucu olsa da bugün bile bunu tam anlamıyla ve sorunsuz olarak başarabildiğimiz söylenemez.
Birlikte yaşam derken de küçük topluluklar halindeki basit bir yaşamdan bahsetmiyorum elbette. Çok daha büyük ve geniş anlamıyla, insanların devlet çatısı altında olmalarını ve bu devletlerin sınırları içerisinde yaşayanların da kendi aralarında bir mutluluk ve huzur halini paylaşıyor olmalarından bahsediyorum. Ayrıca, yine bu devletlerin, herhangi bir sorun olmadan birbirleriyle geçinmelerini kastediyorum, bunun mümkün olmadığını ve olamayacağını bilerek.
İnsanların; onların bu yaşama gelmelerine aracı olan ebeveynleri, aynı annenin karnından doğan kardeşleri, severek evlendikleri eşleri ve kendi kanından olan çocukları ile bile zaman zaman anlaşamadıkları açıktır. Buna rağmen; bu yaşamda başkaları ile anlaşmaları, ortak değerleri benimsemeleri, birlikte yaşamanın bir gereği ve zorunluluğu olan kurallara gönüllü olarak uymayı kabul etmeleri; insanların, bir arada yaşamaya istekli oluşunun bir göstergesidir. Elbette, insan; daha kalabalık yaşamayı, etrafında daha çok insan olmasını ve buradan doğan muhabbet halini istememiştir sadece. Tarım toplumuna geçerek yerleşik ve dolayısıyla dış tehditlere daha açık hale gelen insan, hepsinden çok, güvenlik ihtiyacını gidermek için bir topluluk olmayı benimsemiştir. Bu benimseyiş, bugün “özgürlük” olarak ifade ettiğimiz, o gün tehdit altında ve bugünkünden daha geniş olan haklarının bir kısmını insanın kendi rızasıyla sınırlandırılmasına, dolayısıyla bunlardan vazgeçmesine sebep olmuştur.
Ancak, insanlar sadece ortak; sosyal, kültürel, ekonomik ve askeri amaç ve hedefler için bir araya gelip topluluk olup devletler kurmamışlardır. Tarihte bugünden geriye gittikçe, kimi insan, topluluk veya sınıfların zamanla elde ettikleri; arazi, hayvan, mahsul, hammadde, gümüş, altın, elmas, konak, saray, vb. maddi ve bununla beraber gelen ekonomik ve siyasi gücün miktarı ve artışını sürdürmeyi, kendinden sonraki nesillere aktarmayı bir amaç edindiğini de görebiliriz. Bununla da yetinmeyip kendi adına var olan bu ayrıcalıklı halin korunması için ordular kurduklarını, kaleler inşa ettiklerini ve kendisi için çalışarak geçimini ve yaşamını sürdüren insanların da varlığıyla, entrikalı, kanlı ve acılı siyasi olay ve dönüşümlerin sebebi olduklarını da söyleyebiliriz. Bildiğimiz tarihin ilk zamanlarından beri, insanın olduğu tüm coğrafyalarda tanığı olunan ve hepimize tanıdık gelen bu hikayelerde birileri daima; güç, para ve bitmesini istemediği tüm ayrıcalıklarını korumak için elinden geleni yapmıştır. Lakin, bunlardan hiçbirine sahip olmayan ve belki de hiç olamayacak insanlar, çıkar sahipleri adına savaşmış, pek çokları da uğrunda canlarından oldukları hikayelerin isimsizler mezarlıklarına gömülüp yok olmuştur.
Türk devletlerinin tarihinde daima önemli bir yeri olmuş kavramların kendisindeki yansımalarını ifade etmek için, “Hürriyet ve istiklal benim karakterimdir. Ben milletimin ve
büyük ecdadımın en kıymetli mirasından olan istiklal aşkıyla yaratılmış bir adamım. Bu sebeple milli istiklal bence bir hayat meselesidir.” diyen Mustafa Kemal ATATÜRK, bağımsızlık ve özgürlük tutkusunun altını çizmiştir. Bu tutku ile; tarihte yeri ve önemi olmuş, Orta Asya’dan Avrupa’ya, kurulmuş onlarca devletten miras kalan, binlerce yıla dayanan gelenek ve karakter; vatanını işgal etmek isteyen düşman karşısında bağımsızlık için mücadele eden halkın ruhunda yeniden can bulmuştur. Ve bu mücadele, halkın egemenliğine dayalı bir yönetim biçimi olan cumhuriyetin; sosyal ve ekonomik sınıfı önemli olmaksızın herkesin eşit ve söz sahibi olmasına, temsil edilmesine dayalı olan demokrasinin benimsendiği ve temel alındığı Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması ile sonuçlanmıştır.
“Cumhuriyet fazilete (erdeme) dayanan bir yönetimdir.” diyen Atatürk, dünyada herkes tarafından kabul görmüş; doğruluk, dürüstlük, çalışkanlık, hoşgörü, alçakgönüllülük, iyilikseverlik, cesaret, ölçülülük gibi erdemlerin, halkın yönetimi olan cumhuriyetin temeli olduğunu işaret etmiştir. Ancak ve muhtemel olarak, en çok da az önce saymadığımız “adalet” erdemine atıfta bulunmuştur. Zira adalet: Toplumsal bir yaşamın gereği olarak başkalarının özgürlüğü için kendi özgürlüğünden vazgeçen, sosyal ve ekonomik olarak hangi sınıfın parçası olursa olsun, haklar konusunda kendisine eşit davranılacağı beklentisini taşıyan halkın sigortasıdır. Öyle ki kime ait olduğunu tartışmanın özünü kaybettirmek dışında fayda yaratmayacağı “Adalet mülkün temelidir.” cümlesi de bu erdeme atıf yapan, zihinlerimize kazınmış önemli bir özdeyiştir.
Üzerinden yıllar geçse de cumhuriyeti ve getirdiklerini kazanmak için verdiğimiz mücadele, yitirdiğimiz yüzbinlerce vatandaşımız, yıllar içerisinde ancak telafi edilebilen maddi kayıplarımız ve gelişmiş ülkeler seviyesine gelebilmek için harcadığımız emek ve çabaların önemi unutulmamalıdır. Ancak, unutmamak korumak için yeterli değildir. Bu sebeple, Atatürk’ün söylediği ve bizlerden beklediği gibi bu amaç doğrultusunda bilimin yol göstericiliğinden faydalanmaya devam etmek, bilim ve teknolojide her geçen gün katlanarak devam eden gelişimin hızına ayak uydurabilmek için şarttır. Ve bunun için daima akla ve onun önderliğine ihtiyaç vardır. Yani, sürekli olarak sorgulayıcı olmaya devam etmek gerekmektedir. Dünyanın, insanlığın, bilimin ve teknolojinin bugün geldiği nokta sorgulama eyleminin, dolayısıyla da olmuşlar, olanlar ve olabilecekler hakkında neden – sonuç ilişkisi kurmaya dayalı yöntemin benimsenmesi ve her ne şartta olursa olsun terk edilmemesinin bir sonucu olmuştur. Bizi muasır (çağdaş) medeniyetler seviyesine çıkaran da olduğumuz noktadan ileriye taşıyacak olan da yine Atatürk’ün şu cümlesinde açıkça ifade edilmiştir: “Dünyada her şey için, maddiyat için, ma’neviyât için, hayât için, muvaffakiyet için en hakikî mürşid ilimdir, fendir. İlim ve fennin hâricinde mürşid aramak gaflettir, cehâlettir, dalâlettir.”
Gerçeğin bilgisini aramak, ona ulaşmak, ulaştığı bilgiyi kendi süzgecinden geçirmek, buradan damıttığı düşüncesini, kendisine bu hakkı veren cumhuriyeti arkasına alarak yüksek sesle söyleyebilecek nesiller yetiştirmek; varlığını geleceğe taşımak isteyen tüm milletler için kaçınılmazdır. Eylemde özgürlüğün, düşüncede ve ifadede özgürlükle bir bütün olduğunu, herhangi bir şüpheye yer olmaksızın bilen Mustafa Kemal ATATÜRK, özgür birey ve nesillerin
yetişmesinde görevi en önemlilerden olan öğretmenlere de şöyle seslenmiştir: “Cumhuriyet sizden; fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller ister.” Bu cümle her ne kadar öğretmenlere yönelik bir konuşmada söylenmiş olsa da ebeveynlerden geniş aileye, okuldan mahalleye, köylerden şehirlere, ülkenin dört bir yanında, bu cumhuriyetin bir parçası olan herkes tarafından benimsenmeli, inanarak tekrar edilmeli ve hayat bulabilmesi adına tüm imkanlar seferber edilmelidir. Böylelikle, “Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır, fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.” diyen Ulu Önder’in aramızdan ayrılışının üzerinden geçen 87 yılın ardından varlığını kesin bir şekilde sürdüren mirası, 102 yaşındaki Türkiye Cumhuriyeti, gelecek nesillerin omuzlarında yaşamaya ve yükselmeye devam edecektir.