Hepimizi bugün olduğumuz kişilere dönüştüren oldukça uzun bir zaman ve emek vardır aslında. Malumumuz olduğu gibi insan bugün bünyesinde barındırdığı hiçbir bilgi ve beceriyi doğumla beraber getirmiyor. Yani kimse doğuştan; bilim insanı, doktor, asker, kuaför ya da aşçı olmuyor. Hatta hiçbirimiz türün parçası olmak dışında bugünkü anladığımız anlamda doğuştan insan olmuyoruz.

Şöyle ki eğer modern insanın yaşamının içinde büyüyüp yetişmeyip ataları gibi ilkel şartlarda bu gelişimini sürdürüyor olsaydı, insan muhtemelen yine atalarına yakın bir davranış modeli gösterip benzer bir yaşam sürdürecektir.

Ebeveynlerinin dış dünya ile olan ilişkisini, bu dünyada ortaya çıkan durumlarla ilgili davranış ve tepkilerini gözlemleyen herhangi bir türün yavrusu açısından; dünya ve onun kapsadığı tüm canlı türleri ile doğaya ilişkin öğrenme süreci başlamış demektir. Çoğu zaman daha çok izleyici konumunda olarak öğrenilen avlanma ve diğer türlerden gelen bizzat av olma tehdidi, ilk öğrenilmesi gereken konu olan “hayatta kalma”nın iki önemli öğesi ve becerisidir. Zira, özellikle de henüz yavruyken veya gençlik zamanında hayatta kalmayı beceremeyecek hiçbir canlı açısından yaşam hiçbir anlam ifade etmeyecektir. Tabii, bir insan olarak, yani; bilinç sahibi ve gördüğü, yaşadığı, deneyimlediği hemen hemen her şeyde bir anlam arayışı içerisinde olan bir canlı olarak bu böyledir demek daha doğrudur. Bizi diğerlerinden ayıran düşünme becerimizin eksikliğinin diğer canlıların; yaşamı, onun parçalarını, olay ve durumları nasıl algıladıklarını anlamamızı ve öğrenmemizi engellediği ortadadır. Bu yüzden gözlemlenen bireysel ve grup davranışları ve süreçleri dışında onlar adına bildiklerimiz sınırlı olduğu gibi insan adına söylenecek ise çok şey vardır.

Vahşi yaşamın tehditlerinin hala hissedildiği ve bire bir yaşandığı bazı coğrafyalar dışında insanın bu konuda kaygılanmasını gerektirecek çok az şey vardır. Hatta öyle ki insan türü vahşi yaşam ve onu oluşturan tüm unsurlar açısından tehdidin ta kendisi olmuştur. Hayatta kalmak ve ellerinden geldiğince yaşam alanlarını koruma içgüdüleri dışında vahşi yaşam, sadece bir tamlama olarak kalmış ve modern insan ilkel atalarının başladığı yere farklı becerilerle dönmüştür. Fiziken olmasa da zihnen çok daha güçlü, eskisinden daha stratejik düşünebilen ancak her şeyden evvel elinde daha çok silahı olan insanlık, sadece %3’ü olduğu tüm canlıların efendiliği rolünü üstlenmiştir. Böylesine yüksek kapasiteli bir zekaya ve düşünme becerisine sahip bir canlının bu noktaya gelmesi kaçınılmaz gibi görünse de kendisinde gelişen tek şey kendisinden olmayanla savaşma becerisi mi olmuştur?

Küçük topluluklardan daha büyüklerine, hatta zamanla yerleşik yaşama geçen insan, bunun dolaylı bir sonucu olarak ortak yaşama dair birçok davranışı da bu sürecin bir sonucu olarak ortaya çıkarmıştır. Zamanla, birer “olması gereken”e dönüşen bu davranışlar toplumun normali olmuş, bu da bugün toplumsal normlar dediğimiz; geniş kitleler veya toplumun tamamı tarafından kabul gören ve uygulanması beklenen kurallara dönüşmüştür. Elbette; topluluğun yaşadığı coğrafyaya, yıllar içerisinde askeri, siyasi ve toplumsal olarak yaşadıklarına, inançlarına ve birçok etkenin de etkisi ile gelişen ve değişen kültüre göre bu normlar farklılıklar gösterir. Bununla beraber de yine dünyadaki tüm topluluklar için; dürüstlük, adalet, nezaket, saygı, tarafsızlık vb. gibi ortak olan normlar, etik değerler vardır. Söz konusu bu değerlerin, hangi coğrafyada ve koşullarda doğduğu ve yaşadığı fark etmeksizin gerçek insan olmanın bir gereği olarak benimsenmesi ve yine aynı tarafsızlıkla, yani eşit olarak uygulanması gerekir. Ancak günümüz dünyasında, hatta toplumsallaşmanın ilk zamanlarından bu yana bile bunun böyle olmadığını, bunun için verilmiş mücadeleleri de hatırlayarak görebiliriz. Aksi halde, 1789 yılında Fransa’da gerçekleşmiş bir devrimi ve benzerlerini hiçbir tarih kitabında veya kaydında görmemiş olurduk. Bu da demek oluyor ki bu ortak değerler zamanın ve tarihin hiçbir yerinde tam olarak uygulanmamış ya da uygulanamamış ve de insanlık geçmişte yaşananlardan neredeyse hiç ders almamıştır. Bu da: “Ya biz yeterince öğrenemiyoruz ya da öğrendiklerimizi kendimize yontarak kullanıyoruz.” demektir.

İlk öğretmeni ebeveynleri olan birey açısından sorgulamak, eğer sorgulamak; doğru, gerekli bir eylem olarak addedilip kendisine yansıtılırsa doğasının ve düşünme pratiğini bir parçası haline gelir. İyinin, kötünün, doğrunun, yanlışın ve daha pek çok kavramın altını kendi söylem ve eylemleri ile kendi açısından dolduran ebeveynler bireyin “değerler zemini”nin temellerini atmaktadırlar. Herhangi bir gerekçe göstermeksizin, o davranışı veya değeri benimsemenin altında yatan insani ve toplumsal sebepleri dayatmak, herhangi bir sorgulamaya olanak vermemek bireyin eğitimi açısından bir kırılma gibidir. Çünkü, bu tür bir anlayışla büyüyen bir kişi için sorgulama gereksiz bir eylem ve bir zaman kaybına dönüşmekle beraber kendisi de kendince doğru ve yanlış bildiklerini dayatmacı bir tavırla aktarma yolunu benimseyecektir. Bununla beraber, dayatmacı anlayışın bir diğer yansıması da kendi doğrusu ve yanlışları dışındaki diğer; düşünce, fikir, anlayış, felsefe ve inançlara karşı ortaya çıkacak tahammülsüzlüktür. Dolayısıyla, bireyin eğitiminin; bireyin geleceğinin ve yaşama karşı bakışı ile onu anlamlandırma becerisi üzerindeki etkilerinin yanı sıra toplumun değişimi ve sonucunda gelişimi açısından ne denli önemli olduğu açıktır.

Vücudun gelişimi için gerekli olan temel besinlerden eksik olarak büyüyen bir bireyin veya herhangi bir canlının fiziken ve zihnen yeterli kapasiteye ulaşamaması gibi insan olmanın gereği olan temel değerlerden yoksun bir eğitim ve onu şekillendiren bir anlayış da aynı sonuçları doğurur. Sorgulanmaktan muaf olmayan toplumsal normların da yine toplumun düzen ve huzur içerisinde olabilmesi açısından gereklilik olduğu bir gerçektir. Ancak, kendisine sorgulamanın normal olduğu öğretilmemiş veya hissettirilmemiş birinin sorgulamasını beklemenin normal olmadığı gibi sorgulamayan insanlardan oluşan bir toplumu kanıksaması da normaldir. Sorgulamayanların arttığı ve zamanla çoğunluk olduğu toplumlar ve onları oluşturan bireyler açısından eşitlik ve özgürlük gibi kavramlar ve bunlarda oluşan bozulma, hatta kendisi açısından oluşan kayıplar bile fark edilemez hale gelir. Kendi haklarından yana olan kaybı bile göremeyecek bireyleri var eden düzenin çözümünün; sorgulama, düşünme, araştırma ve kendisine ait fikirler üretme becerisini kazandıracak bir eğitim sistemi olduğu görülmelidir. Kendisinden önce gelen nesilden iyi olmanın tek yolunun sadece gözlemlemek ve deneyimlemek değil, böyle bir olanağının olmadığı daha kapsamlı sosyal, kültürel ve teknik konularda da sistemli bir şekilde eğitilmesi olduğu bilinmelidir. Ve görülmesi gerekir ki dünyada gelişmişlik düzeyinin altında kalan tüm topluluk, toplum ve devletler; halihazırda diğer pek çokları tarafından benimsenmiş ve uygulananları henüz kavrayamamış, uygulamayı becerememiş ya da kendi çıkarları için başkalarını yok saymışlarca yönetilmiş olanlardır.