Kelimenin tam anlamıyla tarihi bir dönemeçteyiz.

2 aylık bu süreç, 20 yıla bedel ve aşan büyük bir dönüşümün öncüsü durumunda.

Ülkemiz, son 20 yılın kitlelerde hissettirdiği bıkkınlığın rüzgârı ile cumhuriyetimizin ilk yüz yılının çözülemez zannedilen birçok problemini de çözme iradesini yaratabileceği bir miladı yaşamak üzere.

10 ilimizi sarsan depremin, ülkemizin tamamını soktuğu yeniden sorgulama duygusu, taşları her dakika yerinden oynatıyor.

Terk edilen kamucu politikalar sorunu, topyekûn bir helalleşme-hesaplaşma ve yeniden büyük bir barış meselesi, inanç özgürlüğü ve laiklik, hukuk ve demokrasi problemleri, eğitimi-sağlığıyla yok edilen en temel yaşam haklarının yanına devasa bir barınma sorununun eklenmiş olması…

Dünya ile ilişkiler…

Bilim ile araya konulan mesafe… İyiden iyiye küstürülen aydınlar, sanatçılar, bilim insanları…

Kadınlar ve gençlerin önce umutsuzluğa sonra iradeli bir öfkeye dönüşen gelecek kaygıları…

Geçim sıkıntısı… Geçim sıkıntısı… Geçim sıkıntısı…

Hemen hemen hepsinin bir sandığa ve tek güne sıkıştığı tarihi bir dönemden geçiyoruz.

Bugün 15 Mart ve tam 2 ay sonra 15 Mayıs’ta uyanacağımız Türkiye’nin nasıl bir tercihe yöneleceğine dair iki seçenek arasındaki temel farklar da hepimizin uykularını kaçıran cinsten…

Hal böyle olduğu için değil mi ki, masadan kalma restini çekenleri, halkın tepkisi yeniden hizaya soktu.

Hal böyle olduğu için değil mi ki, üçüncü ve dördüncü aday olmak isteyenlere hem çağrı hem de tepki var çok geniş kesimlerden…

Hal böyle olduğu için değil mi ki, saatler-günler yetmez oldu hiçbirimize.

Olağan zamanlarda kaldırılamaz bir tempo ve yoğunluğun, sadece siyasal düzlem içerisindeki profesyoneller tarafından değil, çok geniş kesimler hatta siyasetsiz seçmenler tarafından da içesine yaşandığı tarihi zamanlardayız.

Ve girişilen her ‘normalleşme’ gayreti, olağan zamanların can alıcı gerçeklerinin duvarına çarpıp duruyor.

Halsiz düşülen her an, gerçek bir ‘normalleşmenin’ başlangıç tarihi olarak yeniden yeniden ‘Anneler Günü’nü hatırlatıyor.

Halsiz düşenlerin, nefesi kesilenlerin, pes edenlerin büyük kaybedeceği bir büyük milada doğru ilerliyoruz çünkü.

Kontrolsüzce koşarken, adımların ve saatlerin yetmediği bir düzlemde olduğumuzu fark ediyoruzdur umarım.

“Ah, kimselerin vakti yok / Durup ince şeyleri anlamaya” diyor Gülten Akın, ‘İlkyaz’ şiirinde…


“Kalın fırçalarını kullanarak geçiyorlar

Evler çocuklar mezarlar çizerek dünyaya

Yitenler olduğu görülüyor bir türküyü açtılar mı

Bakıp  kapatıyorlar

Geceye giriyor türküler ve ince şeyler

 

Ah, kimselerin vakti yok

Durup ince şeyleri anlamaya

 

Baba evleri, ilk kez girilen ırmağa dönüş

Toprağa tutku, kendinden dolayı

Kulaklarımızı tıkıyoruz: Para para para

Kulaklarımızı açıyoruz: Kavga kavga kavga

Sorar belki biri: Kavga ama neden kavga”

***

Ne kadar farkındasınız bilmiyorum ama…

Tekliğin karşısında çokluğun, bireyselliğin karşısında toplumsallığın, yalnızlığın karşısında örgütlülüğün etkisinin arttığı bir dönemin başlangıcındayız.

Bu durum, ikinci yüzyıla dair umudumuzu arttırıyor.

Bu durumu fark edip, ona göre yürüyenler ikinci yüzyıla dair umudumuzu arttırıyor!

Umutsuzluğa yer yok… Şiirdeki bağlamından ayırarak söylüyorum:  ‘Kavgadan kaçmak olmaz’ diyenler, yüreğini alıp da geliyor!

***

“Durup ince şeyleri anlatmaya

Kimselerin vakti olmasa da

Bir gün birileri öte geçelerden

Islık çalar yanıt veririz”

Korkmayın bu kez açıyor ‘ilkyaz’ çiçekleri…

Koşmayın da… Koşma değil, konuşma-anlama-anlatma zamanları!