Türkiye, yirminci yüzyılı 1999 depremlerinin travmasını yaşayarak kapatmıştı. 21. yüzyıla bu travmanın etkisinde ve çok ciddi bir ekonomik krizle giriş yaptı. Deprem ve ekonomik krizi büyük bir siyasi kırılma takip eti. İslamcı ve demokrat olduğu iddiası ile yola çıkan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), ABD ve Avrupa Birliği’nin de desteğini alarak tek başına iktidara geldi.

Evrensel hukuk prensiplerinin ihlal edilmesi, bilimin göz ardı edilmesi, kısır politik çekişmeler, kayırmacılık, yolsuzluklar, yasaklar, devlet gücünün kötüye kullanılması ve yıkıcı deprem 2000’li yılların başında Türkiye’yi neredeyse dizlerinin üzerine çökertmişti. AKP bu şartlarda iktidar olabilme fırsatını elde edebilmişti. 

Bu başarı toplumun geniş bir kesimi tarafından hazmedilmemiş olsa da AKP ekonomi alanında Türkiye’nin istikrar gereksinimine uygun politikalar uygularken, siyasi alanda AB kriterlerine uygun ve özgürlükçü bir politika takip ettiği izlenimi veriyordu. Bu özgürlükçü- demokrat görünüm uluslararası ilişkilerde sürtüşmeyi azaltmıştı. Özelikle ABD, NATO ve AB ile ilişkiler oldukça olumlu gözüküyordu. Kamuoyu, bir şekilde, Türkiye için uzun yıllar baş ağrısı olan Kıbrıs sorununun ve Ermeni sorununun da çok yakında çözülebileceğine inanma noktasına gelmişti. 

Bu gelişmeler devam ederken üç farklı süreç kamuoyunun ilgisini çekiyordu. Birincisi, çağdaş hukuk devleti örgütlenmesinde hiç olmaması gereken bir şekilde Fethullah Gülen Cemaatinin taraftarlarının devlet içindeki kadrolarda etkili noktalara getirilmesi ya da söz konusu taraftarların devletin her türlü olanağından yararlandırılmasıydı. Diğer süreç ise yine kamuoyunun bir kesiminde “Kürt Sorunu” diye ifade edilen sorunun çağdaş bir hukuk devletinde görülmeyecek yöntemlerle çözülmeye çalışılmasıydı. Diğer bir sorun ise basın özgürlüğü, toplantı, gösteri yürüyüşü gibi anayasada teminat altına alınmış özgürlüklerin aşamalı olarak baskı altına alınmasıydı. Ergenekon ve benzer davalarla askeri vesayetin ortadan kaldırılmasını takiben bir başka otoriter vesayet düzeni oluşturuluyordu. 

Son on yıl 90’lı yılların bir başka versiyonu gibiydi

AKP iktidarı ilk on yılında ülkede refah düzeyini artıracak şekilde ve belli bir disiplin içinde yönetimini sürdürdü. Bununla birlikte, son on yılda yukarıda belirtilen yanlışlıklar Türkiye’yi yeniden 1990’lı yılların şartlarına taşıdı ve büyük kırılmalar başladı. Yolsuzluk, kayırmacılık ve adaletsizliğin yaygınlaştığına ve kurumların yönetişim ilkelerinden uzaklaştırıldığına ilişkin değerlendirmeler arttı. Bu gelişmelere paralel olarak Türkiye herhangi bir ülkeye önemli zararlar verebilecek derecede ciddi ve şoke edici olaylarla sarsılmaya başladı. Bu olayları tekrar hatırlamakta fayda var:

  • Gezi Olayları (28 Mayıs – 30 Ağustos 2013)
  • 17-25 Aralık Yolsuzluk Soruşturmaları, (17 Aralık – 25 Aralık 2013)
  • Soma Maden Faciası (13 Mayıs 2014)
  • Kobani Olayları (6-7 Ekim 2014) 
  • Hendek Operasyonları (Ağustos 2015-Mart 2016) 
  • Bombalı saldırılar (Haziran 2015-Aralık 2016)
  • 15 Temmuz darbe girişimi (15 Temmuz 2016) 
  • Ağustos 2018 kur krizi

Ağustos 2018 kur krizini takip eden yerel seçimlerde AKP ekonomik bozulmanın etkisi ile başta Ankara ve İstanbul olmak üzere büyük şehirlerde başarısız oldu. Bu yenilginin yankıları ve etkileri sürerken Türkiye son üç yıl içinde ikisi dış kaynaklı, birisi doğal kaynaklı, bir diğeri de hükümet kaynaklı olmak üzere dört büyük sorun daha yaşadı: 

  • Kovid-19 pandemisi,
  • Aralık 2021 kur krizi ve yükselen enflasyon
  • Rusya- Ukrayna Savaşı 
  • Doğu Türkiye Depremi 

Tarih tekerrür mü ediyor? 

Bir ülkede birkaç yıl ara ile meydana gelen pandemi, komşu ülkelerde savaş ve doğal felaketler iktidarda olanların başına gelebilecek büyük şanssızlıklar. Bununla birlikte bu şanssızlıkların olumsuz etkileri iktidarın sıra dışı ekonomi yönetimi ile daha da yoğunlaştı. Yirmi yıllık bir süreç sonunda ve bu kadar olumsuzluğun ardından iktidarda kalabilmek oldukça zor.  

Diğer yandan Türkiye olayların normal mecrasında akabildiği bir ülke gibi gözükmüyor. Sıra dışı ekonomi politikalarının ve siyaseten yapılan yanlışların yalnızlaştırdığı iktidarın seçimler yaklaşırken bile anayasal özgürlükleri kısıtlamaya devam etmesi, az sayıda katılım olan basit toplantı ve gösteri yürüyüşlerine bile izin vermemesi, makul eleştirilere karşı hoşgörüsüzlüğün devam etmesi rasyonel gözükmüyor. İktidarın önündeki büyük muhalefet birikimini görmemesi ve de en azından seçimlere kadar daha esnek olmayı düşünmemesi de çok ilginç. 

Muhalefetin büyük ölçüde CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun etrafında kenetleneceğine kesin gözle bakılırken, İyi Parti Genel Başkanı Meral Akşener’in çok kısa bir süreliğine de olsa Altılı Masa’yı terk etmesi ve sonra geri dönmesi de Türkiye’nin önünde tahmin edilebilir bir gelecek olduğu konusunda şüphe yaratıyor. 

Hukuk sisteminin evrensel normlara göre çalışmaması, iktidarın öngörülebilir, şeffaf ve hesap verebilir olmaması da seçimlere giden yoldaki iki aylık zaman diliminde köprülerin altından çok suların geçebileceği ihtimalinin akılda tutulmasını gerektiriyor. Bununla birlikte, 14 Mayıs 2023 seçimlerindeki Türkiye’nin durumu ile 3 Kasım 2002 tarihindeki Türkiye’nin durumu birbirine çok benziyor. Yirmi yıl önce büyük bir deprem ve ekonomik kriz sonrasında gelen erken seçimle Türkiye’de önemli bir siyasi kırılmanın yolu açılmıştı. Bu kez de öyle olma olasılığı oldukça yüksek. 

Türkiye’nin geçen yılki bütçe açığı 140 milyar TL civarındaydı. Bu yıl ilk iki ayda bütçe açığı 170 milyar TL’ye ulaştı. Bu durum, birkaç ay sonra nasıl bir iktisadi tablonun devam ettirileceğinin ya da devralınacağının önemli işaretlerinden biri. Bu arada, genel seçim sonrasında yaklaşık bir yıl içinde yerel seçimlerin de yapılacağı unutulmamalı. 

Her şeye rağmen, 2002’de olduğu gibi sıkı disiplinle çalışan, yetkin bir ekibin kötü tabloyu düzeltebilmesi çok mümkün ama bunun toplumun yüzde 60’ının üstündeki bir kesimle ilişkileri bozulmuş, yirmi yılın yorgunluğunu yaşayan, kendi içindeki girift ilişkilerin idaresi kontrolden çıkmış, sürekli olarak yolsuzluk ve kayırmacılık şüphelerinin odağında olan bir iktidarla yapılabilmesi çok zor. Muhtemelen toplumun geniş bir kesimi de durumun farkında.