Üzerinde yaşadığımız bu uçsuz bucaksız toprakları, at sırtında git git bitmeyen yolları, henüz hepsini tanıyamayacağımız kadar çok insan ırkı ve milyonlarca canlı türünü üzerinde barındıran bu gezegen, aynı zamanda evrenin merkezidir.
Kafanızı yukarı kaldırıp baktığınızda, her şeyin, şu an üstüne bastığınız dünyanın etrafında döndüğünü kolaylıkla görebilirsiniz. Uzaklığını hayal bile edemeyeceğiniz, kimisi diğerinden daha parlak, bazısı arada bir göz kırpan, sayılarını bilmenin bile neredeyse imkansız olduğu, güneş de dahil tüm yıldızlar ve onların oluşturduğu evren, bu kutsanmış gezegenin etrafında sonsuz bir dönüş halindedir.
Bu düşüncenin tersi, M.Ö. 400’lerden başlayıp birden çok filozof tarafından birbirine benzer teorilerle ifade edilmeye çalışılmış olsa da; yedi temel prensip içeren “Commentariolus / Yorumlar (1514)” başlıklı ön çalışması ve 1532 yılı civarında ana hatlarını tamamlayıp, öldüğü yıl olan 1543’te yayınladığı “De revolutionibus orbium coelestium / Gök kürelerinin dönüşleri hakkında” başlıklı ana teorisi ile en belirgin itirazı Nikolas Kopernik ortaya koymuştur. Yüzyıllardır kabul edilen, sıkı sıkıya benimsenmekle kalmayıp dini yorumlarla da koruma altına alınmaya çalışılmış, teori olmaktan çok bir gerçeklik olarak kabul edilen “dünya evrenin merkezidir” düşüncesi Kopernik’in teorisi ile sarsılmıştır.
Asıl gürültü ise, icat ettiği teleskop ile gözlem ve izleme yapan, Kopernik’in varisleri arasında sayılan, İtalyan Galileo Galilei tarafından yürütülen çalışma ve yayınlanan eserleri sonucunda kopmuştur. Pek çok eser bırakan Galilei “modern fiziğin babası” olarak anılsa da “dünya merkezli evren” düşüncesine karşılık savunduğu “güneş merkezli evren” teorisini ile tanınır. Öyle ki bu sebeple Roma Engizisyonu tarafından yargılanıp “fikirlerinden vazgeçmesi, buna dair görüşlerini yazmaması” istenmesine rağmen yine de sonunda dayanamayıp “E pur si muove / Ama yine de dönüyor” dediği rivayet edilir. Özellikle astronomi ve fizik başta olmak üzere birçok bilim alanında eser, icat, formül ve teoriler ortaya koymasına rağmen, savunduğu düşüncesi sebebiyle mahkeme tarafından ömrünün sonuna kadar ev hapsi ile cezalandırılmıştır.
Elbette bugün; evrene, galaksilere, yıldızlara, güneşe, gezegenlere, dünyaya ve canlılara ilişkin bilgilerimiz o zamankinden farklı ve fazla olsa da her zaman yinelemekte ve hatırlamakta fayda olduğu üzere: “Bugün bildiğimiz her şey dün ve öncesinde bildiklerimizin bir toplamı ve sonucudur.” Her gün, bir önceki gün bildiğimizi kanıtlayacak ya da yanlışlayacak yeni bilgiler öğrenmeye devam ederiz ve bu, insan türü tükenene kadar da böyle olmaya devam edecektir. Çünkü, binlerce yıldır ortaya çıkan bunca; varsayım, kuram, formül, olgu, icat, bugünkü yaşam ve teknolojiyi var kılan her şey, yarını da şekillendirmeye devam edecektir. Ancak, burada farkına varılması gereken en önemli şey, her şeyin bir “varsayım” ile başladığıdır. Yani, insanın gördüğü, duyduğu ya da bildiği herhangi bir şeyi “mutlak” kabul etmeyerek, var olandan farklı bir olasılık, sebep veya sonuç olabileceğine dair şüphesinin var olmasıdır. İnsanın bir şüphe
sahibi olması ise onun, başkaları tarafından kesin olarak kabul edilmiş olanları sorguladığını göstermektedir. Her ne kadar sorgulamak bugün tüm bireyler için normal bir eylem gibi görünse de acaba biz anladığımız anlamıyla, gerçekten de sorguluyor muyuz yoksa bize çizilen sınırlar içerisinde kalıp sorguladığımıza mı inandırılıyoruz?
Peki, neden bize sorguladığımızı zannedeceğimiz bir sınır çizilmek istensin ya da sorgulamamız istenmesin, sebebi ne olabilir ki? Cevabı bugünden değil de yine Galilei’nin zamanından verelim. Aslına bakılırsa dünyanın veya güneşin evrenin merkezi olması insan açısından bir fark yaratmayacaktır. Ancak, dünyanın evrenin merkezi olduğu düşüncesini kabul etmek dışında bunu incil yorumlarıyla destekleyen Papalık ve onun tarafından, 1542’de; reform (yenilik) hareketleriyle mücadele etmek, onlara engel olmak ve yargılamak üzere kurulan Roma Engizisyonu tarafından Galilei’nin teorisi, halk üzerindeki otoritesine ve gücüne bir saldırı olarak algılanmış ve dalalet (sapkınlık, yoldan çıkmak) olarak nitelendirilmiştir. Evet, sadece kendi kabul ettikleri, savundukları ve incil yorumlarıyla destekledikleri bir inancın aksini söylediği ve herkes tarafından gözlemlenebilir, deneyimlenebilir eylemlerle desteklediği için Galilei’yi cezalandırmışlardır. Elbette ki bu ceza; savundukları bu ve diğer tüm görüş ve düşünceler üzerinden halk ile beraber; sosyal, ekonomik ve siyasi yaşamın tümü üzerinde kurulan nüfuzun zedelenmesinin acısını çıkarmak ve benzerlerine kalkışacaklara da göz dağı verme amacı taşımaktadır. Lakin, bir inancın, somut gerçeklerden ziyade soyut olanların gerçekmiş gibi kabulüne dayalı olduğunu göz ardı etmek; dün gerçekmiş gibi kabul edilen inançların, bireyin ve tüm insanlığın her yeni deneyiminin somut sonuç ve kanıtlarıyla değişebileceği olasılığını yok sayma yanılgısına düşmek demektir. Bu yanılgıya düşmek veya bu yanılgıya temel olan varsayımda ısrarcı olmak, güneşin bir daha doğmayacağını düşünmek kadar anlamsız, temelsiz, çaresiz ve geçici bir düşüncedir.
O günün koşulları altındaki bilimsel çalışmaların sonucu olan bir gerçekliği “dalalet / sapkınlık” olarak nitelendiren Roma Engizisyonu’nun anlayışına karşılık, “ilim ve fenden başka bir mürşid (rehber) aramak gaflettir (aymazlık), cehalettir, dalalettir” diyen Mustafa Kemal ATATÜRK’ün görüşünü hatırlayalım. Çünkü ilim ve fen: “Hiçbir düşünceye körü körüne bağlı olmamak, dogmalara saplanmamak, yani; var olanı, her yeni sonucu, durumu daima sorgulamak ve bunu bir düşünce modeli, bir anlayış haline getirmek demektir.” Zorla kabul ettirilmese de zaman içerisinde benimsenmesi için gerekli zemin şartlarının oluşturulduğu “sorgulamama”, bu dünyadaki her; sorun, anlaşmazlık, kavga, çatışma ve savaş ile bunlara zemim hazırlayan şartların sebebidir. Somut gerçeklerle desteklenmemiş, “rivayet odur ki” denilebilecek bilgilerle gerçekleştirilen ve hatta kimi zaman diğerlerine tahammülsüzlükle saldırganlığa dönüşen fikir savunuculuğu, her şey ve herkesi kendi çıkarına olacak şekilde kontrol etmek isteyenlerin arzu ettiğidir. Ancak, bu noktada görmek ve iyice anlamak gerekir ki sorgulanmamış, gerçeklere dayanmayan, uydurmalarla desteklenmiş tüm görüş ve fikirler, az sayıda çıkar sahiplerine sağladıkları yarardan daha çok bunları sorgusuz sualsiz kabul edip savunarak birbirine düşen geniş kitlelere zarar vermektedir.
Sorgulamak ancak ve ancak; yaşamdaki, dünyadaki ve evrendeki her şeyin değişim halinde olduğunu hatırlamak ve kabul etmekle mümkündür. Bu da neredeyse hemen hemen bugün bildiğimiz hiçbir bilginin ve gerçekliğin sonsuza kadar kalıcı olmadığını ya da olamayabileceğini kabul etmektir. Binlerce yıl içerisinde; sarsıldığını, evrildiğini, yenisi ile yer değiştirdiğini bildiğimiz bilgileri hala öyleymiş gibi kabul etmek dalalet, bunları körü körüne savunmak gaflet, insanı her ikisine de sürükleyen ise cehalettir. İnsanı bunlardan özgürleştirecek şey ise; sorgulamayı, neden – sonuç ilişkisi kurmayı, aklın ve bilimin önderliğini, özgür düşünce ve ifadeyi modelinin merkezine yerleştirecek bir eğitim sistemi ile kişide etkin bir bilinç oluşturmaktır.