Futbol hâlâ sadece bir spor sananlara kötü bir haberim var. Türkiye’de bu oyun artık saha çizgilerinin çok ötesinde oynanıyor. Medya, algı yönetimi ve çıkar dengeleriyle şekillenen bu dünyada bir kulüp yıllardır sistemli biçimde dışlanıyor. Tahmin ettiniz—Fenerbahçe.
Bugün sadece transfer haberlerinde bile bu dışlamayı görebiliyoruz. Bir oyuncunun adı Fenerbahçe’yle anılsın, hop, devreye klasik replikler giriyor: “Uyum sağlayamaz”, “camiasız kalır”, “taraftar istemez.” E yani, Galatasaray’a gitse “vatan evladı”, ama Fenerbahçe’ye gelirse “kariyer intiharı” öyle mi?
Son dönemde Uğurcan Çakır’ın ismi geçti, ortalık yandı. Hakan Çalhanoğlu için “asla olmaz” diyenler ekran başına dizildi. Kerem Aktürkoğlu’nun ismi çıktı, sosyal medya neredeyse savaş alanına döndü. Henüz forma bile giymemiş bir oyuncuya hakaret kampanyası başlatıldı. Bu neyin telaşı?
Peki neden bu kadar Fenerbahçe alerjisi? Bu sorunun cevabı 2011 yılına uzanıyor.
Bir fren mekanizması
3 Temmuz 2011, Türk futbol tarihine kara bir leke gibi kazındı. Fenerbahçe o yılın şampiyonu, kadrosu Avrupa kalitesinde, kulüp piyasa değeri rekor seviyede. Şampiyonlar Ligi için iddialı kadro kurulmuş, transferler hazır, takım uçuşa geçmeye hazırlanıyor. Ne oldu? Tak diye bir sabah herkes gözaltında. Kulübün önü öyle bir kesildi ki, Avrupa arenasına gidemedi. O kadro darmadağın oldu.
Sahi, o takım Avrupa’ya gidebilseydi, ne olurdu? Belki de Türk futbolu, Galatasaray’ın UEFA Kupası’nın ardından bir başarı hikayesi daha yazacaktı. Ama yazdırılmadı. Çünkü o Fenerbahçe, "kontrol edilemeyen", "güce boyun eğmeyen", kendi rotasında yürüyen bir kulüptü. Bu da bazıları için fazla geliyordu.
Ve o günden beri işler aynı çizgide gidiyor. Bugün bir futbolcu Fenerbahçe’ye transfer olmak istese, çevresi "aman ha" diye uyarılıyor. Yorumcular ekran başında adeta parmak sallıyor: “Yalnız kalırsın, milli takımdan kesilirsin.” Bu artık spor değil, psikolojik baskı.
Ama komik olan şu: Fenerbahçe’ye rol biçmeye çalışanlar, aslında futbolun kendisine zarar veriyor. Çünkü bu oyunun tansiyonu, tutkusu, meydan okuması Fenerbahçe sahadaysa var. Yoksa geriye sadece sıradanlık kalıyor. Nasıl ki rekabet iki tarafı da yükseltir, burada hep düşürülen tek taraf oldu. Kurşunlanma, kumpaslar, baskılar, sindirmeler vs.
Fenerbahçe düşman değil, kurban. 3 Temmuz’da önü kesildi, yıllardır da sesi kısmaya çalışılıyor. Ama hâlâ burada. Hâlâ direniyor. Ve bu direnç olmasaydı, Türk futbolu çoktan kişiliksizleşmişti. Asıl tehlike, bu düzenin kendi içindeki rekabeti yok etmesidir. Çünkü sonunda kaybeden hepimiz oluruz.