Yaşadığımız coğrafyanın sorunlarıyla yüzleşmek ve öz eleştiri yapmak gerektiğinde üzerimizden atamadığımız bir ölü toprağı var. Çekingen, pasif hatta biraz da korkağız böyle bir karşılaşma yaşamak söz konusu olduğunda. Bu elbette sadece politik düzlemde böyle değil. Sanatsal ve kültürel ürünlerde de bir geride kalmışlık, cesaretsizlik, tartışılan meselenin sonuçlarından çekinme refleksi var. Tabii asıl sorun, bu tür muhasebeleri keskin ve dürüst biçimde yapması gereken bir siyaset mekanizmasının yokluğu. Yani hep konuşulan şu ‘hukuk devleti’ laf-ı güzâfında olduğu gibi. Böyle işleyen bir sistem olmadığı gibi gerçekten toplumsal meseleleri konuşmak isteyenleri de yutup yok eden kirli bir düzen var ortada. Böyle bir ortamda sanatın bu toplumun yaralarına bakarken durduğu yeri iyi bel(ir)lemesi gerek. Hâlihazırda toplumsal sorunlardan bahsetmeye çalışmak bile büyük bir cesaret işiyken buna girişildiğinde yarı yoldan dönmemek de önemli bir meziyet.

CİDDİ BİR MESELE

9,75, bu ülkenin siyasi tarihinin en sorunlu, bıçak sırtı bölgelerinden birine bakmaya çalışan bir hikâye anlatıyor. Mehmet Eroğlu’nun “9,75 Santimetrekare” adlı romanından uyarlanmış. Bir piyasa filmi değil kuşkusuz. Bağımsız anlatılara daha yakın duruyor. Fakat Nejat İşler gibi popüler bir oyuncunun da varlığıyla geniş kitlelerin izlemesi arzulanarak tasarlanmış. Maalesef salgın sürecine denk geldiği için sinemalara uğramadı. Kimi festivallerde yer aldıktan sonra (ilk gösterimini yaptığı Almanya’daki Snowdance Film Festivali’nde en iyi film ve senaryo ödülleri kazanmış) mart sonunda Netflix kütüphanesinde yerini aldı. Doğrudan Netflix için yapılmış bir iş değil. Ama bu platformun Türk sineması kanadını güçlendirecek, buralar için farklı, biraz karanlık bir hikâye anlatmayı deneyen bir film olmasını olumlu buluyorum. Çöp filmlerle dolu bir yayın kuruluşunun daha nitelikli seyirciyi hedeflemesi ya da var olan seyircinin niteliğini yükseltmesi gerek. Bu filmin buna katkı sunacak işlerden biri olduğunu düşünmek isterim.


SAYFANIN TAMAMINI İNDİRMEK İÇİN TIKLAYINIZ


Gel gör ki sinemayla uğraşan, yoğun film izleyen görece genç kuşaktan gelen güzel yorumların dışında geniş kitlenin filmi bağrına bastığını söylemek zor. Netflix’te gösterilen ve epey süre sosyal medya gündemini meşgul eden filmler kadar ses getirmedi. Bunda muhtemelen önemli sebep, filmin hikâyeyi biraz karışık anlatmayı denemesi. Genelgeçer seyirci profili için filmin biçimi zorlayıcı olmuş olmalı. Ayrıca belli ki hikâyenin karanlık yanları da kolayca takip edilir bulunmadı. Bir kürt çocuğu ile Doğu’da astsubay olarak görev yapmış orta yaşlı bir yazarın kesişme öyküsü meselenin özünü yakından yaşayanlar için çok doğru gelmemiş de olabilir.

BİR YÜZLEŞME ÖYKÜSÜ

Sonuçta film, kaynak metinden hareketle kuruyor hikâyesini. Ama elbette merkeze aldığı karakterle yürümeyi tercih ediyor. Bu noktada Nejat İşler’in varlığı ve karizması tüm filmi götürür diye planlanmış olmalı. Derinliksiz bir karakter de değil aslında karşımızdaki. Arka planında epey dramatik bir öykü olan biri Ahmet. Bir aile travması içinde kalan, daha bir buçuk yaşında baba şiddetiyle tanışan, annesini o gün kaybedip yetim kalmış bir çocuk. Babası da hapishanede öldürülüyor. Yetimhanede sevgiyi görmekte zorlanan, yaşama nereden tutunacağını bilemeyen bu çocuk büyüyor. Nereden gelir elde ettiğini pek anlamıyoruz ama yazar olmuş. Kitaplar, senaryolar yazmış. (Muhtemelen paralel hikâyede Zinar için sarf edilen ‘yönetmen olmak isteyen çocuk’ aslında bu.) Şimdi de geçmişten gelen bir olayın etkisiyle bir roman yazıyor: Zinar. Doğu’da yaptığı askerlik görevinde bir çatışma sırasında karşılaştığı çocuğun aklında kalan adı. Bölük pörçük anımsıyor. O günden beri de kendine gelememiş. Günahlarının kefaretini ödüyor çünkü. İstanbul Beyoğlu civarında bir yerde bohem bir hayatın içinde, aşktan, sevgiden uzak, yalnız bir adam. Bir de beyninde tümör olduğunu öğreniyor.

Bütün bu stereotipler içinde maalesef Ahmet haricinde ( ki o da bir ölçüde diyelim) hiçbir karakter derinleşemiyor. Senaryonun takip ettiği izlek buna izin vermiyor çünkü. Her nedense Ahmet’ten ayrılamıyoruz. Onun yaşadığı travma en önemli olan. Hatırlamadığı o olayın ardında gizli, onu kemirip bitiren tümör. Kuşkusuz burada metnin bu konuyu bir yazar üzerinden anlatma arzusu rol oynuyor. Kurmaca bir öyküyle gerçek yaşamı birleştiren bir denemeye girişmek için yazılmış sanki kitap. Film de bu derdi görselleştirmeye soyunmuş. Bu noktadan bakınca Doğu’da yaşananlara ilişkin o bitmeyen acıya gerçekçi bir yerden bakılmıyor hissiyatı söz konusu. Kaybedenler Kulübü gibi bir noktadan kurulan yitik, boş vermiş ve bu yüzden de cazibeli erkek karakter fikri, ne kadar başarıyla işlenirse işlensin filmin ele almak istediği meselede tam oturmayan, hep boşluklar bırakan bir yaraya dönüşüyor. Örneğin arka plana yerleştirilen Gezi Olayları’nın bağını kurmak pek mümkün değil. Bu olaylar sırasında eve aldığı Serap karakteriyle aşkı bulması ve üstelik üniversitede hoca olduğu söylenen Serap’ın müthiş bir iyimserlik ve ivedilikle Ahmet’ten çabucak etkilenmesi, giderek ona deli divane âşık oluşu (aradaki bağın hüzünlü-geçmişe dair bir merak ve Pierre Schoendoerffer gibi ortak sevilen bir yazar olduğunu görsek de) çok inandırıcı olmuyor. Ayrıca Serap karakterini neden ayrıntılarıyla tanımıyoruz? Uluç Bayraktar belki Ahmet’e odaklanmamızı istemiş olabilir ama muhtemelen romanda daha geniş tanıtılan Serap’ı geçmişiyle bilmek bize çok daha özel bir bağ kurma imkânı verebilirdi.

ASIL SORUNDAN UZAKTA

Zinar’la Ahmet’in ilişkisi ise filmin durduğu zeminle ilgili asıl sorun noktası. Ahmet bir aydın karakteri olarak okumuş (sol) kesimin Doğu’daki sorunlara uzaklığını, onların bu derde dair yapaylığını göstermek için yaratılmış olabilir. Ama film ve belki de roman, Ahmet’in çocukluk travmalarını, annesizliğini, baba şiddetini (baba’yı devlet simgesi olarak da ele almayı ıskalamadan) aktaran bir geçmişle örüldüğü için seyirciyi, Ahmet’in bir asker olarak Doğu’da ne işi olduğunu sorgulamaktan ziyade küçük bir çocuğu öldürmenin vicdan muhasebesiyle baş başa bırakmayı tercih ediyor. Bu da bana kalırsa filmin toplumsal zeminini zayıflatan, anlatmaya soyunduğu derdi boşa çıkaran bir tercih. Güneydoğu’da savaşa girip dönen askerlerin psikolojilerine eğilen Yazı Tura (2004, Uğur Yücel) gibi epey güçlü ve özel bir filmle kıyaslayınca 9,75’in Vietnam’ın yarattığı bunalımla evine dönen ABD’li askerlerin psikolojisini anlatan filmlere daha yakın durduğunu söylemek mümkün. Ki o filmlerin pek çoğunda bile savaşa ilişkin tartışmaların daha sağlam bir zemine oturduğunu anımsayalım.


Bu arada Uluç Bayraktar gerçekten başarılı bir yönetmen, Ezel’le başlayan, Son, Karadayı, İçeride gibi dizilerle süren heyecanlı yolculuğunda ilk uzun metrajlı filminin görüntü yönetimi, kurgusu, biçimci yapısı sonraki filmleri için umut vadediyor. Sadece ideolojik olarak daha güçlü çalışılmış senaryolara ihtiyacı var bence. Böylesine keskin uçların yaşandığı bir ülkede kimi meseleleri ele alırken çok daha ince ve duyarlı bir çizgi izlerse ondan sinemamız adına çok güçlü filmler izleyebiliriz. Bir de Şebnem Bozoklu’nun oynadığı yetimhane sahnesi bu kadar inandırıcılıktan uzak olmasaydı keşke. Yine de bu meselede nasıl da büyük boşluklar kaldığını düşünmek ve daha iyi nasıl anlatılabilirdi tartışmak için izlenmeli.