Geçen hafta Netflix kütüphanesine gelen Yüzücüler, gerçek bir hikâyeye dayanıyor. Bu yönüyle epey ilgi çekici aslında. Suriye’de 2015’teki iç savaş sırasında Avrupa’ya iltica etmeye çalışan insanların trajedisine, iki yüzücü kardeşin yaşadıkları üzerinden bakıyoruz. Yusra ve Sara Mardini’nin Olimpiyatlara ve Uluslararası yardım organizasyonlarına uzanan çileli serüveni, filmin temel öyküsünü oluşturuyor. Film, mültecilerin zorlu ve çok tehlikeli yolculuklarını aktarırken spor filmlerinde sıkça karşılaştığımız ‘başarı’ temasını bu anlamda yeniden oluşturuyor. Tabii bunu yaparken olumlu yönleri olduğu kadar eksik kaldığı alanlar da var.

MÜLTECİLERİN TRAJEDİSİ

Netflix tanıtımlarında filmin Toronto Film Festivali’nde, gösterimden sonra dört dakika boyunca alkışlandığı bilgisi verilmiş. Festivallerde filmlerin kaç dakika alkış aldığı konusu, son yıllarda nedense çok konuşulur oldu. Bunun filmin niteliğinden bağımsız düşünülmesi gerektiğini hatırlatmak gerek. Yüzücüler, yaşanmış hikâyesinin güçlü etkisiyle ve elbette son on yılın dünya politikasını güdümleyen önemli sorunlardan biri olan mülteci meselesine bakışıyla dikkat çekiyor. Alkışları, büyük ölçüde bu politik doğrucu tavra bağlamak mümkün. Çünkü açıkçası kendi türüne göre ciddi maliyetle çekilmiş olsa da Yüzücüler, Hollywood’un alışıldık biyografi filmlerine çok yakın bir anlatım tutturuyor. Bir dram izlediğimizin fazlasıyla farkındayız. Hikâyenin, özellikle de diyaloglar açısından ‘kurulmuş’ olduğu fikrinden uzaklaşamıyoruz. Çünkü böyle bir hikâyeyi seyircinin görmek isteyeceği klişelerle vermek, bizi yaşananların arka planındaki derinlikten uzaklaştırıyor. Batılıların izlemesi, dahası beğenmesi için yapılmış gibi. Elbette bu filmin, dünyanın her yerinde insanların dikkatini çekmesi, Suriye’de ve pek çok ülkede yaşanan sıkıntıların, faşist baskıların farkına varılması, belki uluslararası toplumun harekete geçmesi için bir basamak olacağı düşünülmüş olabilir. Fakat sonuçta ortaya çıkan hikâye bireysel bir azim ve başarı öyküsü olarak işlev görüyor. Siyasi ve sosyal sorunların çözümü için atılacak adımlar geri planda kalıyor böylece.

Filmin ana yapımcısı epey prestijli bir şirket aslında. Önemli pek çok İngiliz yapımını finanse eden Working Titles’ın işin başında olması, muhtemelen farklı ülkelerde geçen bu zor filmin yapımını kolaylaştırmış. Tim Bevan, Eric Fellner ve The Crown’ın yönetmeni Stephen Daldry’nin deneyimi, filmin uluslararası dağıtımda ön plana çıkmasını sağlayan temel unsurlar. Yönetmen koltuğunda oturan Bafta ödüllü Sally El-Hosaini, baba tarafından Mısırlı, anne tarafından Galli bir Britanya vatandaşı. Şeytan Kardeşim’le (2012) epey dikkat çekmişti. Bu filmin senaryosunu da Jack Thorne ile birlikte yazmış. Filmin yapım süreci dört yıla yayılıyor. Yusra ve Sara’yı oynayacak kardeşlerin bulunması, oyuncular yüzme bilmedikleri için yoğun bir eğitimden geçmeleri de dâhil olmak üzere epey emek harcanmış. Yine de olimpik havuzda yüzme seviyesinde olmadıkları için gerçek hayattaki Yusra, filmdeki yüzme sahnelerinde rol alarak bir nevi dublörlük yapmış.

Bu arada filmin büyük bölümü Türkiye’de çekildi. Geçen yıl bu konuda haberler de çıkmıştı. İzmir Büyükşehir Belediyesinin ve İzmir Sinema Ofisinin mekân seçimi gibi konularda filme ciddi desteği var. İzlerken çok belli olmasa da Şam ve Midilli gibi şehirlerde geçen sahneler muhtemelen İzmir civarında çekilmiş. Bu açıdan mekânların oldukça etkili, ekonomik kullanıldığını söylemek mümkün. Bir de tabii Ayvalık açıklarında Midilli’ye geçerken Ege Denizinde geçen sahneden bahsetmek gerek. İlk yarının sonuna denk gelen bu sahne, muhtemelen öyküdeki en can alıcı nokta.

BİR ÜLKE YOK OLURKEN

Bu arada öykünün başına dönelim. Şam’da İzzet Madrini, gururla yetiştirdiği kızları Yusra ve Sara’yı olimpiyatlara hazırlıyor. Özellikle Yusra’dan çok umutlu. Bu konuda kardeşler arasında ayrım gözettiği de söylenebilir. Madrini ailesi, Şam’ın seküler yaşamına ait bir temsil gibi duruyor. Kızları oldukça özgür, barlarda arkadaşlarıyla eğlenip parti yapabiliyorlar. Filmin bir sahnesinde şehir bombalanırken gerçekleşen parti bu açıdan oldukça anlamlı. Örtük biçimde burjuvazinin yaşanan iç çatışmalara kayıtsız kalmasına dair bir eleştiri bu. 2015’te çatışmalar şiddetlenip iç savaşa doğru evrilince, kızlar babalarını Avrupa’ya kaçma konusunda ikna ediyor. Yasadışı yollardan Almanya’ya gidip sonradan aile birleşmesi yoluyla ailelerini de yanlarına almayı planlıyorlar. Kuzenleri Nizar’ı da alıp önce İstanbul’a uçuyorlar. Ardından kendilerini Avrupa’ya götürecek kaçakçılara ulaşıyorlar. Bu noktadan sonra film mültecilerin yaşadığı drama seyirciyi dâhil ediyor. Yaşanan güçlükleri biz de karakterlerle birlikte deneyimliyoruz. Son derece yetersiz bir botla otuza yakın kişinin Midilli’ye geçmeye çalıştığı sahne gerçekten de etkili. Ayrıca burada kardeşlerin yüzücü olması işin trajik boyutunu artırıyor. Karşı kıyıya vardıktan sonra ülkelerinden farklı bir düzen görmüyorlar. Yolculuk; hırsızlık, fırsatçı insan kaçakçıları, tacizciler gibi tehlikelerle dolu… Yine de büyük bir dirayetle kardeşler tüm zorlukları aşıp Almanya’ya ulaşıyor, burada filmin son aşaması başlıyor. Yusra bir yüzme kulübünde hoca olan Sven’i etkiliyor ve olimpiyatlar için oluşturulan Mülteci takımına girmeye hak kazanıyor.



SAYFANIN TAMAMINA ULAŞMAK İÇİN TIKLAYINIZ



UMUT AŞILAYAN HİKÂYE

Hikâyenin genel gidişatı anahatlarıyla, Yusra Madrini’nin yaşadıklarıyla örtüşüyor. Bu açıdan sportif başarının bir yansıması olarak kurulan yapıyla seyirci kolaylıkla özdeşleşiyor. Yolculuk kısmındaki tüm zorluklar da benzer biçimde böyle bir durumda kalan insanların deneyimine tanık olmamızı sağlıyor. Umudunu yitirmeyen ve ne olursa olsun başaran insanın varlığı bir tür rahatlama sağlıyor.  Bu rahatlama, hatta giderek öykünün sonunda kahramanlar adına kendini iyi hissetme duygusu, tartışılması gereken asıl meselelerin önüne geçiyor. Bir de tabii filmin bir tempo sorunu var. Kardeşler arasındaki ilişki özgün boyutlarıyla değil böyle büyük bir filmde nasıl gerçekleşirse, türlü klişeler kullanılarak ele alınmış gibi. Diyaloglardaki yapaylık da bu duyguyu artırıyor. Ayrıca her nedense, Suriyeli kardeşler, kendi aralarında, aileleri ve arkadaşlarıyla zaman zaman İngilizce konuşuyorlar. Bunun da yabancılaştırıcı bir unsur olduğunu düşünüyorum. Bu da filmin Batılı seyirci için yapıldığına dair kanıyı güçlendiriyor. Arapça olabildiğince az duyulsun istemişler sanki.

Bu tür küçük hesaplara karşın yolculuk bölümünün etkileyici olduğunu söyleyebilirim.  Yusra’nın sona doğru olimpiyatlara hazırlandığı ve yarışmanın yapıldığı final kısmı da seyir keyfi veriyor. Fakat hikâyenin gerçek derinliğine ulaşamıyoruz. Bu da Yüzücüler’in bence en büyük sorunu. Yine de dünyanın en önemli sorunlarından birine bireysel bir kurtuluş öyküsü içinden bakmak, bu meseleye hiç kafa yormamış kişiler için bir başlangıç olabilir.