HÜZÜN ÜÇGENİ (Triangle of Sadness, İsveç vd., 147 dk.)

Y: Ruben Östlund

O: Harris Dickinson (Carl), Charlbi Dean (Yaya), Zlatko Buric (Dimitri), Henrik Darsin (Jarmo), Vicki Berlin (Paula), Woody Harrelson (Thomas), Dolly de Leon (Abigail)

Filmin Notu: 3,5 yıldız

(*) Bu yazıda, filmin sürprizlerine kısmen değinilmektedir.

Burnun tepesinde, kaşların birleştiği boşluk alana ‘hüzün üçgeni’ deniyor(muş).  Ki burası botoks denen uygulamanın da kendini gösterdiği önemli noktalardan biri. Filme göre kaşların gerildiği, hatta belki biraz çattığı anlar, insanlar için bir tür ulaşılmazlık durumuna geçişin, daha doğrusu böyle bir algının sembolü. Yüze verilen asık ve kibirli ifade, bilinçsiz biçimde bu ‘hüzün üçgeni’nin anlamını oluşturuyor. Kaşlar çatık ve birbirine yakınsa üst sınıfa mensup, müthiş klas, zengin ve erişilmez durumdasınız. Değilse, -bizim Küçük Emrah filmlerinde olduğu gibi- yukarı doğru uzanıp ayrılıyorsa ya da yüzde bir hâlinden memnuniyet duygusu yansıtan sıradan bir gülümseme varsa o hâlde fakirsiniz. (Gerçi film doğrudan fakir kısmına geçmiyor, daha çok ultra zenginlerle, o mertebeye ulaşmaya çalışanları hedef tahtasına koyuyor gibi.) Belki hüzün üçgeni adlandırması, ulaşılmak istenen o sınırsız servet belasının insanı sürüklediği kaçınılmaz kederi işaret etmek içindir.  Böyle olunca ortaya bir trajedi çıkmalı kuşkusuz. Kısacık hayatı kendimize nasıl zindan ettiğimizin hikâyesi… Oysa Hüzün Üçgeni bir komedi. Bir toplumsal taşlama.

Ruben Östlund’u biliyorsunuzdur. Dünya çapında ilk büyük çıkışı Turist’i izlediyseniz burjuva sınıfı aileye, toplumsal cinsiyet rolleri üzerinden yönelttiği keskin komediyi anımsayacaksınız. Östlund, o filmden sonra Kare ile eleştiri oklarını küresel sanat dünyasına çevirmiş ve para-sanat ilişkisini yine alaylı diliyle epey güçlü biçimde hicvetmişti. Hüzün Üçgeni’yle politik eleştiri yolculuğuna devam ediyor yönetmen. Bu kez rotasını tümüyle, toplumun kaymak tabakası olan üst sınıfa çeviriyor. Baştan sona zenginlerle ilgili bir tür fars izlediğimiz söylenebilir.  Çünkü film, ele aldığı konuyu çarpıcı biçimde dile getiriyor ama bir yanıyla kaba güldürü ögelerine, karikatürleştirme tuzağına da yakın duruyor hatta bunların parodisi hâline geliyor. Bu sebeple ikircikli bir izleme deneyimi sunduğu söylenebilir.  Fakat elbette toplumsal meseleleri komedi açısından anlatmak kolay bir iş değil. Bu noktada mizahın kullanımı ister istemez biraz didaktizmi, küçültmeyi, indirgemeyi ve kolaycılığı beraberinde getirebilir.

YALNIZCA ‘ZENGİNLER’İ ELEŞTİRMEK

Östlund bu tehlikelerin bir kısmını akıllıca savuştursa da özellikle  karakterlerine tek tipli bakışıyla eleştirilebilir. Film, zenginlere hanyayı konyayı gösterme arzusunu biraz ciddiye aldığı için, film boyunca bu dünyanın temel dertlerine çözümler görmek yerine basmakalıp bir uygarlık eleştirisinin tekrarlandığına tanık oluyoruz. Bu özellikle ‘zenginler’ nezdinde bir değişimi etkiler mi, sanmıyorum. Filmin Cannes’da bu yıl Altın Palmiye kazanmış olması da üst kültürün bu durumu tescillemesi gibi geliyor. Kültür-sanat hâkimleri, her şeyin farkındayız, sistem böyle güzel demek ister gibi ödüllendirmelerle ‘zamanın ruhu’nu kolluyorlar sanki. Üç yıl önce Parazit’te olduğu gibi. Oysa toplumsal tabanın ihtiyacı olan şey, kolektif birliktelikle üretime giden yolu açmak ve bu adaletsiz dünyada sınıfsal mücadeleye gerçekçi adımlarla devam etmek olmalı. Film, meselenin bu tarafına girmekten kaçınıyor.



SAYFANIN TAMAMINA ULAŞMAK İÇİN TIKLAYINIZ



Tabii bu girişten filmin öyküsünü başarıyla anlatmadığı sonucu çıkmasın. Östlund, çatışmalarını takip etmenin hayli eğlenceli olduğu bir öykü çatısı kurmuş ve filmi üç bölüme ayırmış: İlk bölüm ‘Carl ve Yaya’da güzellikleri sebebiyle zenginleşen manken bir çifti tanıyoruz. Çiftin ilişkisi oldukça yüzeysel ve aşktan çok çıkara dayalı. Yaya çok başarılı bir model, sevgilisi Carl’dan daha çok kazanıyor. Carl ise geleneksel değerler içinden geliyor fakat zenginler sınıfına uymak için özünde bilmediği ideal ve kavramlara tutunuyor. Baştaki restoran sahnesinde vurgulanan toplumsal cinsiyet eşitliği meselesinde olduğu gibi. Bu sahne baştan sona çiftin ilişki dinamiğini aktarmayı başarıyor. Yaya bu arada durmadan fotoğraf çekip takipçileriyle paylaşan bir ‘influencer’.  Bu özelliği sayesinde ultra lüks bir gemiden tatil kazanıyorlar ve ikinci bölüm ‘Yat’ başlıyor. Gemide az sayıda milyarder var. Öyküde yer alacak olanları kısa özelliklerle tanıyoruz. Gübre ticaretiyle voliyi vurmuş Rus, bunlar arasında öne çıkanı. Gemideki hiyerarşik düzen, elbette para üzerine kurulu. Zenginler ne isterse yapılacak düsturuyla hareket ediliyor. Hizmette sınır yok. Tabii bu da mizah için malzeme demek. Rus milyarderin eşi, sınıf eşitsizliğine ilişkin kısa bir aydınlanma yaşayınca tüm mürettebatın kendileri gibi geminin keyfini çıkarmasını, herkesin mayolarını giyip yüzmesini emrediyor. Bu komedi malzemesi tek taraflı olarak başarıyla işliyor aslında fakat zenginleri hiçbir şeyin farkında olmayan ahmaklar olarak konumlandırması vurucu etkiyi yapmasını engelliyor. Tıpkı silah ticaretiyle ultra zengin olmuş yaşlı İngiliz çiftte olduğu gibi. Milyonlarca insan onların üretip sattığı silahlar yüzünden ölmemiş gibi, müthiş bir duyarsızlık içindeler. Oysa böylesine zenginleşen güruhlar, kan emiciler; her şeyin farkındalar ve dahasını almak için gerekirse herkese bedel ödetmeye çoktan hazırlar. Mizahın bir yöne dikkat çekerken asıl meseleyi kaçırma olasılığı da var bu yüzden.

DÜZEN TERSİNE DÖNERSE

Kendini Marksist olarak tanıtan geminin kaptanı, sanki bu zenginleri hoş tutma rezilliğine sadece alkolle katlanabilirmiş gibi ‘kaptanın daveti’  denen uygulamaya istemeye istemeye katılıyor. Bu sırada çıkan fırtına gemiyi salladıkça, dünyadaki insanların büyük çoğunluğunun yiyemeyeceği özel yemekleri midesine indirmiş zenginler birer birer kusmaya başlıyor. Bu kusma sahnesi, Hüzün Üçgeni’nin göstermekten çekinmediği kaba mizahın bir yansıması. Yeme-kusma ilişkisinin getirdiği diyalektik çatışma fırsatı, zenginlere dair haklı öfkemizi yansıtmak için kullanılmış sanki.  Gemide yaşanan panik havası sabah bir korsan saldırısıyla taçlanıyor. Sonra bir grup insanın batan gemiden kurtulup bir adaya düştüğü üçüncü bölüme geçiyoruz. Hikâye bu noktadan itibaren sınıf çatışmasına dair sözlerini sıralamaya başlıyor. Gemide tuvalet temizliğinden sorumlu olan Abigail’in balık tutma, ateş yakma, yemek pişirme meziyetleri onu bir anda kazazedelerin yöneticisi konumuna getiriyor. Bu yolla modern toplumsal yapılanmanın mantık dışılığına vurgu yapmayı deniyor Östlund. Zenginler, basit hayatta kalma becerilerinden yoksunlar. Kurdukları sömürü düzeninde, her istedikleri para yoluyla karşılanıyor. Uygarlığın getirdiği kazanımlardan yokluksa onları doğrudan en alt konuma indirgiyor. Burada dikkat çekici olan, Abigail’in tutumunun üst sınıfların tahakkümüne benzemesinde. Adada küçük bir diktatörlük inşa eden karakterimiz yoluyla iktidar meselesini kurcalamış oluyor film. Bu sahnelerin komik olmadığı söylenemez. Hatta sınıf çatışmasına dair zekice bir ters yüz etme öyküsü kurulduğunu söyleyebiliriz. Ama söylem açısından adaletsiz toplumsal düzenin sorunlarını çözme niyeti yok. Bu elbette başka bir dramatik yapı kurulmasını gerektirirdi, ortaya da başka bir film çıkardı fakat bu hâliyle Hüzün Üçgeni’nin var olanı yeni biçimde anlatmaktan başka özel bir katkısı yok. Bu sebeple son yıllarda yükselen liberal muhalefetin sisteme dair göstermelik eleştirileri arasında yerini alıyor. Dönem değişti, artık eski devrimler yok elbette ama gözler ister istemez 60’ların isyankâr  ruhlu, gözüpek, gerçek devrimci filmlerini arıyor.



SİNE-KUTLAMA

SİNEMA GEZGİNİ BU HAFTA 3 YAŞINI DOLDURUYOR

İşte bu yılın benim açımdan en heyecanlı, mutlu haftasına girdik. Çünkü sinema coşkusuyla dopdolu geçen üç yıl, bu hafta doluyor. Tabii her zaman olduğu gibi geriye dönüp bakınca onca zaman nasıl geçti diyor insan. Dile kolay. 156 hafta. Bu da her biri üzerinde ayrıntıyla uğraşılmış 156 ayrı sayfa demek. Anekdotlar, bilgiler, gündeme ilişkin haberler ve daha niceleri… Ulusal çapta gazeteciliğin bağımsızlık anlamında ciddi yara aldığı, dijital yayıncılığın basılı yayınları gerilettiği bir dönemde böylesine birikimli ve zengin bir sayfanın İzmir’den ses vermesi de benim için ayrıca gurur verici. Bu noktada gazetecilik ilkelerinden ödün vermeden, basılı bir yayın organı olarak etkinliğini sürdüren İz Gazete’yi de kutlamak (ve daima desteklemek) gerek.

Sayfanın sıkı takipçilerinin bildiği gibi Sinema Gezgini serüveni 23 Eylül 2019’da başladı. Hayatımızı fena etkileyen, belki her şeyin anlamını değiştiren o tuhaf salgın döneminde ve gazetenin yayımlanmadığı bazı tatil günleri haricinde aralıksız sürdü. (Dolayısıyla gerçek zaman olarak üç yıldan biraz fazlaya denk geliyor.)  Sayfa içeriğini çok da fazla değiştirmeden her haftanın gündemine göre aktarmaya çalıştım. Sinemasever dostlar bileceklerdir, bağımsız sinemayı desteklemek için sayfada genelde ticari sinema dışındaki filmlerin eleştirilerine yer vermeye gayret ediyorum. Bu anlamda İzmir’de etkinlik gösteren son bağımsız ruhlu sinema olan Karaca Sineması’nın programını üç yıldır özenle takip ediyorum. Seyircilere film hizmetinin sunulduğu bir sinema salonu olmanın ötesinde Karaca’nın kent kültürüne çok değerli katkıları var. Ayrıca Karaca Sineması işletmecisi Serdar Arslan’a Sinema Gezgini’ni ilk günden bu yana desteklediği için de bir kez daha gönülden teşekkür etmek isterim.

Sinema Gezgini’nde bugüne kadar 200’e yakın filmin eleştirisi yer aldı. Her hafta vizyona çıkan filmler kısa yorumlarla tanıtıldı. Sinema tarihinden ve kültüründen gelen türlü anı ve anekdotlara, teknik bilgilere, sinemayla ilgili kitaplara yer verildi. Zaman zaman sinemacılarla kısa söyleşiler yapıldı. “Bir Film Gördüm” bölümüne konuk olan kültür-yazın insanları, sinema sevgisine dair anı ve görüş paylaştılar. İzmir’de  devam eden festivallerle ilgili ayrıntılı tanıtımlar, bilgilendirmeler de sayfada yer aldı.

Bu serüven devam ederken çok güzel bir gelişme de hayata geçti. Sayfadaki birikim görsel alanda da karşılık buldu. Sinema Gezgini’ninin gazete sayfası olarak başladığı yolculuğu, İz Televizyonu’na aynı adlı programla taşıdık. TV programı olarak şimdiden yirmiden fazla bölüm yayınlandı. Bu program da her hafta bir saatlik dolu dolu içeriğiyle sinemaseverler için naçizane bir rehber olmayı hedefliyor.

Sinema Gezgini, her şeyden çok sinema aşkının kendini bulduğu özel bir sayfa oldu benim için. Dilerim bundan sonraki dönemde de dördüncü, beşinci, altıncı yaşlara giderken aynı özen ve zenginlikle karşınızda olmayı sürdürecek.  Sinemayla ilgili başka hayalleri de yanına alarak kim bilir belki yakında yepyeni haberler de verme şansımız olur. Başta sayfa tasarımlarına büyük emek veren Selda  Meşe ve Ömer Dinç olmak üzere sayfanın bugüne gelmesinde payı olan İz Gazete çalışanlarına  ve her konuda destek vermeyi sürdüren Yazı İşleri Müdürümüz Yağız Barut’a teşekkür ederim. Bundan sonraki yaşlarda da hep birlikte olmak dileğiyle.