Stoacılar, insanın temel amacının mutluluk olduğunu ve mutluluğa ulaşmak içinse doğaya uygun yaşamak gerektiğini söylerler.

Peki, doğaya uygun yaşamak ne demek?

Düşünebilen insan bu edimi ile doğadan ve doğanın bütün unsurlarından üstün olduğu inancı içindedir. Böylelikle bu üstünlük fikri onu, kendisi dışındaki her şeye müdahale etme hakkı olduğuna inandırır.

Doğaya ve unsurlarına müdahale eden insan modern kentleri, görkemli yapıları inşa ettiği ölçüde, doğaya uygun olmayan düşünceler, anlayışlar, yöntemler ile yine doğal olmayan bir yaşamı da inşa etmiştir. Aslında mutluluk, hüzün, sevinç, keder gibi bütün kavramlar bu doğal olmayan anlayış içinde biçimlenir ve tanımlanır.

Örneğin, paranın icadından tutunda, insan ilişkilerinin kurulması ve sürdürülmesine ilişkin yaklaşımlara kadar...

Öyle ki, gerçekten, doğaya uygun davranmak hayati yasadır. Yaşamın ruhu denilen şey aslında sizin ruhunuzdur ve onu sadece aklın idare ettiğini düşünmek doğru değil. Ruh hepsidir ve her şeydir.

İnsan çoğu kez garip ve mistik korkuları ya da maalesef insani sayacağımız toplumdan dışlanma yahut kabul görmeme endişesi yüzünden, içindekileri dışarı çıkaramaz. Bu öğretilmiş, toplumsal olarak yerleşik hale gelmiş ve insan ilişkilerini, insanın toplumdaki yerini, diğer insanlarla mesafesini belirleyen durum, aslında aklın bir sonucudur ve insanı kaçınılmaz bir mutsuzluğa sürükler. Oysa acı çekmemek için zevkten kaçarsak sonsuza kadar kaçmamız gerekir.

İnsan, yine benzer aklın sonucu olarak masum olmadığında haklı, haklı olmadığında ise masumdur. Bu tuhaf güç ya da savunma dengesi sadece dışa dönük kendi adaletini belirler.

Özgür insan ise, sadece aklın değil, akıl ve ruhun uyumu içinde üçüncü kişiler önünde kendini açıklamaz -sadece gösterir. Böylece adalet sadece adil olmak değil adil yaşamak anlamına gelir. Kurgudan uzaklaşarak kendi adaletini önce kendine uygular.

Doğanın benzersiz uyumu ve dengesi içerisinde kalmayarak, gelişen ve değişen evrensel aklın kurgusu içinde yapay bir yaşam formu geliştiren insanlık, ihtiyacı olana değil tamamına sahip olma anlayışı üzerinden hareketle gün ve gün bu kurgusal yaşamı geliştirdiği gibi, doğayı da insanı da tüketen bir organizmaya dönüşmüştür. Bütün bir insanlık tarihi, kendine sürekli gereklilikler tanımlayan ve bunlara ulaşmak için savaşan toplumların acıları ile örülüdür.

Bilgi ve bilgiyi kullanma yöntemleri dahi bu kurgusal aklın dinamikleri içinde enformatif olmaktan çıkıp dezenformatif biçimiyle işlerlik kazanan bir yapıya dönüşmüştür. İnsan yine ihtiyacı olana değil tamamına sahip olma özlemi içinde bilgiyi de kirletir ve tüketir haldedir.

Oysa asıl bilgi insan için bilmesi gereken değil bilmek istediği şeydir.

İnsanın temel amacı olan mutluluğa ulaşması biraz olsun kurgusal aklın dışında çıkıp, doğanın ona söylediklerini dinlemesi ile mümkün olacak.

Ancak o zaman sevgi ve inançtan daha fazlasına ihtiyacı olmadığını anlama fırsatı bulacak.

M.Ö. 485-400 yılları arasında yaşamış olan tragedya şairi Euripides der ki; sevgi de inanç da aklın yolunu izlemez ve ikisi kolayca birbirine karışabilir! Ama şüpheye de yer bırakmaz: “Aşık olan daima sever.”