Tâ 1972’de tutmaya başladığım, bir kenara ne zaman koyduğumu bile unuttuğum kahverengi plastik kaplı defterime ilişti gözüm. Aradan çok yıllar geçse de şöyle bir bakıp 50 yıl önceye dö neyim, dedim. Hani o arkadaşlığın arkadaşlık, dostluğun dostluk, komşuluğun komşuluk, merhabanın merhaba olduğu yıllara... Hâsılı, o kadim defterimin sayfala- rında gezinerek mutlu olmak istedim.

Bakın, Çetin Altan 12 Mart hapishanesinde az daha gözlerinden birini yitireyazmış, bunu duyan bir okuru gözlerini vermek istemiş, yeter ki sen oku ve yaz, diyerekten. Bunun üzerine Necati Cumalı o özverili okura Halk Güzeli başlıklı harika bir şiir yazmış. Şiir biraz uzun, ama ben son bölümünü buraya aktarayım da ibret olsun.

“...Sen ki kardeşim Çetin / Taşan volkanıydın dilsiz yüreklerinin / Seni ağzı bilir, dil bilir, göz bilirler / Nasıl onlarındı senin gözlerin / Onların gözleri de şimdi senindir.” (22 Kasım 1973-Cumhuriyet)

Söz Çetin Altan’dan açılmışken... Biz, diyordu bir yazısında Çetin Altan, küçük birer çocukken babamın aldığı akvaryumda ıstakoz besliyorduk. Çocukluk işte; bir gün küçük bir demir bilyeyi ıstakozun bacaklarından birine yerleştirdik, zavallı hayvanın yan yan gidişini gülerek izlemeye başladık. Sonra hangimizin aklına geldiyse geldi, kocaman bir nal mıknatısı akvaryumun duvarına dayayıp hayvanı suyun içinde istediğimiz yere sürüklemeye başladık. Istakoz ne kadar direnmek istese de beceremiyor, bizse kahkahalarla dalgamızı geçiyorduk.

Bu gerçekten böyle olmuş mudur, bilmiyorum tabii ama ne zaman hatırlasam beni medya ve insan konusunda bir süre düşündürür. Yazılı ve görsel medyanın insanları şuraya ya da buraya yönlendirme görevi, bana akvaryumun camına dayatılıp ıstakozu adeta kul köle haline getiren mıknatısı çağrıştırır. Bu eğretilemede ıstakoz olan biziz tabii. Demir bilye ise modern çağda kullanageldiğimiz televizyon, radyo, gazeteler ve bunun gibi iletişim’ araçları... 

Bilirsiniz: Kutsal kitap Kur’an, Cebrail tarafından Hz. Muhammed’e “Oku!” buyruğuyla verilmiştir. Hz. Muhammed her ne kadar “Ben okuma bilmem ki!” demişse de bir süre sonra okumaya başlamıştır.

Modern zamanlarda Cebrail’in yaptığını basın-yayın organları yapıyor sanki. Neleri tüketeceğimize medya ve reklamlar karar veriyor. Hatta hangi kitapları okumamız gerektiğini bile -çaktırmadan- dayatıyor. Bir keresinde birilerine “Ben Orhan Pamuk’tan hiç okumadım” dediğimde çok şaşırmıştı. Çünkü o zamanlar O. Pamuk okumak neredeyse bir tür statüydü. Şimdilerde A. Ümit, İ. Oktay Anar gibi yazarları okumuş olmak gibi. Bense -itiraf ediyorum!- okumadım!