Yeniden merhaba,
Başlangıçlar güzeldir. Uzun zamandır ayrı kaldığınız bir arkadaşınızla tesadüfen bir sokak arasında veya küçük bir kafede karşılaştınız diyelim… Kaldığınız yerden devam etmek ne güzel olurdu değil mi? Oysa hep aynı hisse kapılırız, yıllar sonra gördüğünüz bu insana ne anlatacaksınız. İkinizde artık burnunuzu koluna silen veletler değilsiniz. Bu cümle çok mu ağır oldu?
Başlangıçlar ne güzeldir. Yazar için yeni bir kitaba başlamak, ilk arabanızla şehir turu atmak, ilk aşkın verdiği güçle dağ, tepe, bayır demeden sevgilinizin elini tutup gezmek, peki ya o ilk öpücük… Okurun en sevdiği yazarının yeni kitabının ilk cümlelerinin içinde kaybolması… Uzun zamandır beklediğin filmin vizyona girmesi… Birlikte vakit geçirmekten mutlu olduğunuz dostunuzla bir kahve molası, içinizdeki yalnızlığı alır mı?
Başlangıçlar her zaman güzeldir. Samih Rifat, çevirisini yaptığı Balzac’ın “Gizli Başyapıt” kitabının önsözünü şöyle bir cümleyle bitirmişti.
“Bu olağanüstü metni ilk kez okuyacakları kıskanıyorum.”
Balzac, en ünlü yapıtlarından biri olan Gizli Başyapıt'ta, kusursuzluğu arayan ressam Frenhofer'in olağandışı öyküsünü anlatır. Başyapıtının üstünde tam on yıl çalışan bu 17. yüzyıl ressamı, resmi bitirdikten sonra iki genç hayranına gösterir.
Gizli Başyapıt yalnızca Picasso'yu değil, Cezanne gibi bir ressamı, Henry James gibi bir yazarı, Jacques Rivette gibi bir sinema ustasını da derinden etkilemiş, efsanevi bir öykü. Ressam Frenhofer'in çılgınlığı, belki de tüm sanatçıların çılgınlığı. Bu öykü, bir anlamda modern sanatın öyküsü.
Samih Rifat önsözüne ilginç bir hikâyeyi de almış.
“1993 yılının sonlarına doğru soğuk bir aralık sabahı, oldukça sıkı giyinmiş, orta yaşlı iki adam olarak, Paris’teki Grands-Agustins Sokağı’nda bir evin kapısının önünde dolaşıyorduk. Sokağın ortalarında yükselen eski bir yapının görkemli kütlesini seyrediyor, avlu kapısından içeriyi, avluya bakan asıl cepheyi görmeye çalışıyorduk. Beni oraya Enis Batur götürmüş ve şimdilerde sanat eğitimiyle ilgili bir kurumun yerleştiği evin kapısında bir fotoğrafını çekmemi istemişti.
Sonradan adının Briere de Bretteville Konağı olduğunu öğrendiğim yapı, eski Paris’in birkaç katlı, avludan girişli, ağır taş yapılardan biriydi ve kemerli, üçgen alınlıklı avlu kapısında okuduğum mermer levha, ağzımı şaşkınlıktan bir karış açık bırakmıştı… Picasso, 1936’dan 1955’e kadar burada yaşamış ve Guernica’yı 1937’de bu atölyede yapmıştır. Öte yandan Balzac da Le Chef-d’oeuvre inconnu (Gizli Başyapıt) adlı öyküsündeki olayların burada geçtiğini söyler. Paris’te yapıların duvarlarında zaman zaman insanı heyecanlandıran levhalara, sevdiğiniz sanatçıların, yazarların adlarına rastlarsınız ama böyle bir ikili olay bulunur şey değildi” der.
Yeniden başlangıçlar daha güzeldir. Biten, son bulan her şeyin bir süre sonra tekrar aynı heyecanla başlaması ne güzel… Belki de yenilip, yenilenip tekrar başlamak. Samuel Beckett’in artık hepimizin ezberlediği dile pelesenk olan,
“Hep denedin. Hep yenildin. Olsun. Yine dene. Yine Yenil. Daha iyi yenil.”
Başlangıçlar gerçekten güzel midir? Kaybetmeye başladığınızı hissettiğiniz o günler, hayatınızın freni kopmuş bir araba gibi yokuş aşağıya gittiği o anlar. İlk terk edilişiniz. Sevdiğiniz birini kaybetmenin verdiği hüzün, dünya döndükçe bunlar hep olacak. Hayat iyi ve kötü hatıraların toplamı değil mi?
Hiçbir zaman köşe tutmadık, bizim için köşeyi dönmek, içinde maddiyatın olmadığı bir eylem, Köşe taşı olmak niyetinde de değiliz.
Biz kim miyiz?
Burnunu koluna silen veletleriz.