Geçtiğimiz hafta elimde kitaplardan biri Won-pyung Sohn’un Badem adlı romanı idi. 2016 yılında Genç Yetişkin Edebiyatı dalında Changbi Ödülü sahibi olan roman 2020 yılında Tayfun Kartav’ın Korece aslından çevirisiyle Peta Kitap tarafından yayımlanmış.

Kitabın yazarı kitabın fikrini, doğum yaptıktan sonraki duygu ve düşünceleri eşliğinde oluşturmuş. Kendinden bir canlı dünyaya getirirken kendinden farklı olan bu canlıyı, her nasıl ve kim olursa olsun sevip sevemeyeceği üzerine düşünmüş. Ona her koşulda koşulsuz sevgisini verip veremeyeceğini… Ve klişe de gelse sevginin insanı insan yapan en önemli duygu olduğunu düşünüyormuş Koreli yazar.

Sevgi dışındaki duygular da bu romanda son derece önemli. Kahramanımız Yunjae için duygular yok çünkü. Dolayısıyla hikâyeyi onun ağzından dinlerken ve onun gözlerinden olduğu gibi bir dünya görürken trajediyi yaşamak okura kalıyor. Aleksitimi yani duygusal sağırlık rahatsızlığıyla baş eden kahramanımız duyguları olmadığı gibi, özellikle korku duygusunu hissetmiyor. Korkuyu hissetmemek, başkaları gülerken gülmemek, şaşırmamak, üzülmemek onu sıradan ve “normal” insanların dünyasında bir ucubeye dönüştürüyor. Annesi ise onu eğitimle normal ve sıradan bir insan yapmaya çalışıyor ki oğlu yaşamına devam edebilsin.

Bu sırada bir Kore gerçeği ile karşılaşıyoruz. Kahramanımızı annesi ve ninesinden koparan bir cinnet anı oluyor. Hiç tanımadıkları, üniversite mezunu, 14 yıl bir şirkette çalışmış, ekonomik kriz sebebiyle işinden olmuş, açtığı restoranı kapatmak durumunda kalmış, borçları sebebiyle ailesi tarafından terk edilmiş, sadece market ve kütüphane dışında evinden çıkmayan ve artık dünyadan nefret eden bir adamın gülen insanları cezalandırmak üzere çıktığı yolda geçirdiği bir cinnet anı bu…

Kahramanımız bu ana şahit oluyor. Korku yok, duygu yok; dolayısıyla büyük acılar yok, ama artık ailesi de yok. O artık cinayeti gören çocuk olarak bir ucube…

Korkmadığı için katlanabiliyor hayata, ama insan olmak için duygularını bulmak, olayları ve dünyayı anlayabilmek için karşısına çıkan Gon’u çözebilmek istiyor. Ve tabii Dora’yı da…

Gon ise korkuyu iliklerine kadar hissettiği için korkutucu, acımasız bulduğu dünyayı alt edebilmek için ondan daha acımasız olmaya çalışan, güçlü görünen ama zayıf bir karakter… Dora ise Gon’la çizilen tabloyu tamamlayan, güzel duyguların sahibi biri… Gon ölümse, Dora yaşamın temsili gibi…

Duygular insanı insan yapan şeyler. Onlar olmasa bir robottan farkımız kalmazdı. Dil bu duygusal durumların ifadesinde elimizdeki en önemli araç. Hissedemeseydik, hissettiklerimizi dilimizle ifade edemeseydik, duygularımız, derinliğimiz olmasaydı bir ucubeye, aykırı ve kabul edilmez olana dönüşürdük. Tıpkı kahramanımız gibi.

Yine de Yunjae, Gon ve Dora birbirlerini yargılamadan bir araya gelmeyi başarabiliyorlar. Yunjae korkmadığı için katlanabiliyor, korkunun içinden geçebiliyor. Gon hissedememenin ne olduğunu anlamak isteyip sınırlarını zorluyor. Dora delilikle bağdaştırılmasına rağmen yaşamından vazgeçmiyor. Birbirlerine öğretiyor, birbirlerinden öğreniyorlar. Böylece hepsinin ayrı ayrı benliklerini inşa etmelerine şahit oluyoruz ve üçünün bir arada birbirine bildiğimiz dostluklardan çok farklı bir biçimde destek olmalarını okuyoruz.

Romanın mutlu veya trajik bir sonu yok. Başından biliyoruz bunu. Romanda Yunjae, Gon ve Dora’nın bize anlattığı şey hayattır. Ayrı ayrı hayatlar ve bir hayatın parçalarıdır. Onlar tüm ucubeliklerine rağmen birbirlerini iyileştirip benliklerini inşa etmek için devam ederler. Yaşamak istedikleri hayatı kendileri belirlerler. Okura hayatı bir yapboz gibi parçalayıp kendi hayatını nasıl yaşayabileceğini bulması için bir ışık yakarlar.

“İnsanlar uzaktayken elden bir şey gelmez deyip trajediye gözlerini kapatırlar ancak korktuklarını bahane ederek yanlarında olan olaylara da yaklaşmazlar. İnsanların geneli hissederler ama harekete geçmezler. Acıyı paylaştıklarını söylerler ama hızlıca unutuverirler. Benim anladığım kadarıyla bunların hiçbiri hakikat değildi.

“Ben, böyle bir hayat sürmek istemedim.”