Geçtiğimiz hafta yeniden bir okuma yaptım. Atölyemin Instagram hesabında yapacağımız canlı yayına* hazırlanıyordum. Canlı yayında Knut Hamsun’un Açlık adlı romanı üzerine konuşacaktık.

Biz romanı seçtiğimizde ortada bir savaş yoktu, ancak yayını yaparken savaş haberlerini takip ediyorduk. Romanın savaşla bir alakası yok. Ancak yazarı İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi destekçisi olmakla tepkileri üzerine çekmiş biri. Okurları kitaplarını yakmış, Norveç’te uzun dönem adının kullanımı kısıtlamalarla karşı karşıya kalmış. Üstelik yazdığı romanlarla doğaya, aşka, insan ruhuna son derece duyarlı olarak yaklaşan bu yazarın Nazileri nasıl destekleyebildiği de çok kişinin anlam veremediği bir durum.

Açlık, yazar olmak isteyen bir adamın parasızlığını, açlığını ve sokaklarda dolaşıp, odalarda konaklayan, yazdıklarını yayımlatıp para kazanabilmek için yayınevlerini gezen bu adamın zihninin içini, gelgitlerini, zaman zaman deliliğini anlatan bir roman.

Roman çok katmanlı okumalara izin veriyor. Bu romanı sevgi açlığı yaşayan, hayatında hiç sevilmemiş, dolayısıyla en ufak bir olumsuzlukta kendini değersizleştiren, bir şey isteyemeyen ve bir şey almayı beceremeyen bir kişinin romanı olarak da okuyabiliriz.

Kimsenin, yumruğunu yemeden terk edemediği şehirde açlığının gölgesinde dolaşıyor. Karnını doyurmak istiyor ve büyük yazılar yazmak… Büyük yazılar yazdıkça hayallerine kavuşacak, takdir kazanacak, insanlar tarafından beğenilecek ve sevilecek. Hatta fiziksel açlığını doyurduğunda bu büyük tutkusu daha görünür oluyor.

Almayı beceremiyor ama. Kendi yiyecek içeceği yokken yeleğini satıp kendinden düşkün durumdaki birine yardım edebiliyor. Kendi ihtiyaçlarını görmüyor, elde ettiğini başkalarına hak görüyor. Kendine iyi davrananlara karşı öfkeleniyor bir süre sonra. Çok düzgün yürüyebilecek ilişkileri bile bir çıkmaza sürükleniyor. Yazılarına olumlu cevap alamadığında -ama henüz olumsuz bir cevap da gelmemişken- hemen kötü senaryolar yazmaya başlıyor, kendine güveni düşüyor. Reddedilince kendine olan sevgi ve saygısını da yitiriyor. Öyle ki sadece güç varsa ilişki kurabilmeyi öğrenmiş. Karşısındaki kadınla bile ilişkisini güç üzerinden yürütmeye kalkıyor. Bu ilişkide bir ara yakınlık ve kabul iyi gelecek gibi oluyor ama burada da ilişkiden kaçıyor karakterimiz. Kendinde olmayan sevgiyi nasıl vereceğini bilmiyor. Vermek istese de veremiyor, almayı zaten hiç öğrenmemiş…

Açlık karakterimizi zaman zaman ele geçiriyor. O anda ne olduğunu bilmeden kendinden veya o durumdan beklenmeyecek bir biçimde davranıyor. Öfke içerideki hayal kırıklığını bastırmak ister gibi ortaya çıkıyor, derinlerden yükseliyor. Ve bazen açlık ve yoksulluğu, sığındığı bir bahane oluyor hayatında.

Bir ara kadına yoksulluğunu itiraf ediyor. Ama öyle incinmiş ki içindeki çocuk ne kadının yaklaşmasına izin veriyor – ya da herhangi birinin- ne de kendi gerçeğiyle yüz yüze gelebiliyor. Yoksuldum, ama geçti diyor. Ama doyurulmayan açlıklar geçmiyor… Ve karakterimiz şehrin yumruğunu yiyerek terk ediyor şehrini…

Doyurulmayan açlıklar geçmiyor, üstelik onları fark etmediğimiz sürece bizi ele geçiriyorlar. Bu da tüm ilişkilerimizi çıkmaza sürüklüyor, hayatımızı çözümsüzlüğe götürüyor. Bunu en basit ilişkimizden en kompleksine uyarlamak mümkün…

Yaptığım bu yeniden okuma bende bu çağrışımları yarattı. Belki sizde de benzer ya da farklı çağrışımlarla yeni bir kapıyı aralar.

Daha iyi bir dünya için doyurulacak çok açlığımız varmış gibi görünmüyor mu size de?

* Instagram: @yaziciziceki - Okuduklarımız üzerine… Ferhat Uludere & Beril Erbil - Knut Hamsun – Açlık romanı üzerine… (27 Şubat 2022)