Bir olay ya da bir durum karşısında, birinin verdiği tepki, gerçekleştirdiği eylem veya söylediği sözlerle ilgili olarak zihnimizde bir kanaat geliştiririz.
Gördüğümüz ve duyduklarımızdan hareketle, yani duyu organlarımız aracılığıyla elde ettiğimiz verilerin, zihnimizdeki filtrelerden geçmesinden sonra hem eylemlerin sahibi kişi hakkında hem de eylemlerine ilişkin bir düşüncemiz oluşur. İşte bu; kişi, nesne, olay, durum, konu ve düşüncelerden hareketle onlara ilişkin bizde ortaya çıkan olumlu ya da olumsuz düşünceyi de “yargı” diye adlandırırız.
Her birimizin yaşamı, yine her birimizin bu yaşamda; verdiği kararlar, yaptığı seçimler ve gerçekleştirdiği eylemlerle şekillenmektedir. Elbette ki bu yaşamda karşılaştığımız her şey tamamen bizim; karar, seçim ve eylemlerimizin sonucu olmasa ve her birindeki payımız 1 ile 100 arasındaki bir oranda değişiyor olsa da malum olduğu üzere, tamamen bizden bağımsız da değillerdir. Dolayısıyla, hepimiz bu yaşamda, kendi hikayemizin hem başrolü hem de senaristiyiz. Bir senarist olarak kendimiz için yazdığımız roller, zaman zaman senaryodakinin dışına çıkıp doğaçlama yapmamız gerekse de bu bizim senaryodaki rolümüzün ve yaşamdaki sorumluluğumuzun varlığını değiştirmez. Herkes başına gelenlerden, az veya çok da olsa muhakkak sorumludur.
Bugüne kadar içinde var olduğumuz pek çok; olay, durum ve konuyla, insanlar ve tüm dış dünyayla kurduğumuz tüm tekrarlı ilişkilere dair kanaatimizde, bunlara ilişkin mevcut deneyim ve düşüncemizin yanı sıra o anın yeni şartlarıyla şekillenen; karar, seçim ve eylemlerin etkisi vardır. Her birimizin yaşamlarındaki bu; karar, seçim ve eylemlerini, kendimizden, yani; karakter, kişilik, eğitim, çevre, inanç, yaşam tarzı ve değerlerimizden bağımsız olarak ele almamız mümkün değildir. Bizi biz yapan şeyler, aynı zamanda, farklı zaman ve koşullarda, farklı yöntem ve araçlarla kendimizi ortaya koyma, dış dünyaya kendimizi yansıtma şeklimizin de sebebi, yani kaynağıdır. Örneğin, en başından itibaren; aynı ailenin bir bireyi olmak dışında aile kavramına özel bir anlam atfedilmeyen, reşit olduktan sonra evden ayrılmayı normal karşılayan, hatta talep eden, yaşamdaki zor zamanlarda aile bireylerinin, arkadaş ve dostlardan daha önde olmadığı bir anlayışın eylemlerini bu temelde değerlendirmek gerekir. Şöyle ki bahsi geçen gibi bir kültürde büyüyen bir bireyin aile kavramına yaklaşımı, aile ile olan iletişimi, aileyi önceliklendirme şeklini bizim kültürümüzden hareketle değerlendirmek hatalı olacaktır. Bizimki gibi; aile bağlarının sıkı ve ilişkilerin derin olduğu, aile için iletişimin yoğun yaşandığı, zor zamanlarda destek istenen ilk kişilerin öncelikle aile bireyleri olduğu bir kültürden hareketle, bunun neredeyse 180 derece tersinde duran birisi hakkında yapılacak bir değerlendirme, kesinlikle olumsuz olacaktır.
Dünyada, birbirleriyle kıyaslandıklarında, neredeyse uçurum sayılabilecek düşünce, eylem ve uygulama farklılıkları olan sayısız kültürden bahsetmek mümkündür. Ancak, belki de çok uzağa gitmeye bile gerek yoktur, zira kendi ülkemiz sınırları içerisinde bile aynı düşünce, eylem ve uygulama farklılıklarını doğuracak pek çok kültürel farklılık vardır. Şüphesiz ki bu farklılıkları yaratan sadece kültür değildir. Hem kültürün içinde hem de dışında sayılabilecek eğitim de bu farklılığı artıran ya da azaltan önemli unsurlardan biridir. Uzun yıllara dayanan; sosyal (beslenme, giyim-kuşam, inanç, felsefe, örf, anane, ritüel vb.), estetik, politik, ekonomik ve mimari konulardaki maddi ve manevi uygulama ve değerlerin toplamı olan kültür, eğitim aracılığıyla ve onun yöntemselliği içerisinde, bireylerin ortak kültür paydasını büyütmek üzere aktarılır. Hem aile içindeki sözlü aktarıma ve gözleme dayalı olan hem de devlet tarafından verilen sistematik eğitimden mahrum ya da eksik kalan bir birey, hem kendininki hem de dünyadaki tüm toplumların oluşturduğu ortak kültürden eksik kalır. Bu eksiklik, kişinin yaşamı boyunca karşılaştığı her şeyi, o ana kadar edindiği bilgi ve deneyimler üzerinden, sınırlı bir şekilde; değerlendirmesine, düşünmesine ve anlamasına sebep olacaktır. Ancak, tek gerçeğin değişim olduğu, dün bildiklerimizin bugün yanlışlandığı ya da değiştiği bir dünyayı, kısıtlı bir bilgi ve deneyimle anlamlandırma çabamız maalesef yeterli olmayacaktır. Yeni bilgilerle donatılmamış, bu bilgiler aracılığıyla gelişmemiş bir; algılama, çözümleme ve kavrama becerisi ile düşünce ufku; gördüklerimiz, duyduklarımız ve bildiklerimiz ile ilgili yanılmamıza sebep olacaktır.
Kendi eylemlerinin arkasında yatan sebebi, yani eyleminin fitilini ateşleyen karar ve seçimi ortaya çıkaran kök sebep bilinmeden başkaları tarafından yargılanan insanların, çoğu zaman kendi içlerinden söyledikleri cümle şudur: “Bir sor bakalım neden öyle yaptım (söyledim, karar verdim, seçtim)!” Yani, aslında herkes böyle anlarda, karşısındakinin kendisiyle empati kurmasını bekler. Empati kurmak ya da yapmak ise: “kişinin kendini, sadece karşısındaki kişinin yerine koyması değil, ayrıca o kişinin düşüncelerini anlamaya, duygularını hissetmeye ve o duyguları ortaya çıkaran nedenleri kavramaya çalışması”nı ifade etmektedir. Birinin; karar, seçim ve eylemlerini anlayabilmek için, her birini ortaya çıkaran, onun yaşamının o anına ve sonrasına etki eden her şeyi birebir deneyimlemek gerekir. Ancak böylelikle, birinin; eylemlerini, sözlerini ve düşüncelerini doğru ve yerinde değerlendirmek mümkün olabilecektir. Ancak, bu noktada büyük bir “ama” vardır ki o da şudur: “Empati yapmak bile bir kişinin karar ve seçimleri ile şekillenmiş; eylem, söz ve düşüncelerini birebir kavrayabilmek için yeterli değildir. Bunu mümkün kılacak şey, ancak o kişinin kendisi olmaktır ki bu da mümkün değildir.” Dolayısıyla, birini yargılarken, başkalarının yargılarından bize miras kalmış, kalıp yargıları (önyargıları) bir kenara bırakmak bir yana, kendi bilgi ve deneyimlerimizin bile; o kişi ile karar, seçim ve eylemlerini doğru şekilde; algılamamız, çözümlememiz ve kavramamıza yetmeyeceğini bilmemiz gerekir. Başkalarını yargılarken, o kişilerin kendi deneyimlerinden ortaya çıkan ve bizim kişinin kendisi olmamamızdan dolayı, belki de asla bilemeyeceğimiz veya anlayamayacağımız bir noktanın veya bir kavrayış eksikliğimizin olacağını her zaman hatırlamak gerekir.
Bu haftaki cümlelerimi; yazının konusuyla birebir uyumlu ve özünü yine birebir anlattığını, özetlediğini düşündüğüm, sahibinin Mevlana olduğu söylenen (ama emin olamadığım) aşağıdaki sözle bitirmek isterim:
“Benim hayatımı yargılamadan önce benim ayakkabılarımı giy ve benim geçtiğim yollardan, sokaklardan, dağ ve ovalardan geç.
Hüznü, acıyı ve neşeyi tat.
Benim geçtiğim senelerden geç.
Benim takıldığım taşlara takıl.
Yeniden ayağa kalk ve aynı yolu tekrar git benim gibi.
Ancak ondan sonra beni yargılayabilirsin.”