Vorteks bir tür hava olayını anlatmak için kullanılan bir terim. Sözlük anlamıyla en genel karşılığı ‘girdap’. Bu aslında, Gaspar Noe’nin ruhuna epeyce uygun bir isim tercihi. Bunu biraz da şundan diyorum, alametifarikası cinsellik, şiddet ve kan olan bir yönetmenin hayranları bu filmi tarzına pek yakıştırmadılar, fakat aksine bu tam anlamıyla bir Gaspar Noe filmi. Hatta bazı açılardan, biçim-içerik uyumunu düşünecek olursak bugüne kadarki en tutarlı denemesi olduğunu da söyleyebiliriz.

AŞIRILIĞIN FİLMLERİ

Gaspar Noe, biliyorsunuz Fransız Sinemasında ürünlerini veren, çektiği her filmle tartışılan, kimilerini kızdıran kimilerini kendine hayran bırakan bir yönetmen. Özellikle 90’ların ortalarında güçlenen ve Fransız Aşırılığı diye tariflenen bir akım içinde yer aldığı söylenebilir. Bu akım, insanın modern medeniyet içindeki yerini sorgularken abartılı seks ve şiddet sahnelerine, büyük psikolojik dışavurumlara, normlarla çatışan insan eylemlerine yer vererek filmsel dünyasını kurmaya çalışıyor. Alışılageldik olanla, toplumsal huzur adıyla dayatılan standart yaşamlarımızla bir derdi var. Böylece Fransa özelinde alt kültürlere, varoşlara bakarken burjuvayı temsil eden kesimlerin de içinde bulunduğu karanlığı, derin sıkıntıları gözler önüne seren filmler çıkıyor ortaya.

Noe’nin filmleri de bu anlamda özellikle Batılı ahlâki değerlerin dayatmaları arasında kişinin yarılan zihnine bakmaya çalışıyor. Çıkışını yaptığı Herkese Karşı Tek Başına (Seul Contre Tous, 1998)’dan itibaren hep uçlarda filmler çekerek özellikle de cinselliğe bakışıyla insan denen bu karmaşık varlığı tüm arızalarıyla ortaya koymayı deniyor. Açıkçası ben kendi adıma seçtiği öyküleri ve bunlara bakışını benimseyemiyorum, filmleriyle aramda daima bir mesafe söz konusu oldu. Fakat yadsıyamayacağım bir şey var ki ne anlatırsa anlatsın ona özgü bir tarzı sürdürüyor ve karanlık içeriklerine denk düşen bir biçim aramaktan vazgeçmiyor. Zaten teknik yönden gerçekten deli bir yönetmen. Bu meseleye kafa yorduğu da çok belli. Örneğin Dönüş Yok’ta (Irriversible, 2001) fırıldak gibi dönen kamerası yahut hikâyeye tanrısal bir biçim ekleyen 90 derecelik hava çekimleri sinemaya yeni fikirler sunmak isteyen biçim merakının ilginç örnekleri.

BİR GİRDAP GİBİ YAŞLILIK

Vortex de böyle, özellikle teknik beceri ve atmosfer açısından tam bir Noe filmi olmuş. Hatta filmin boğucu etkisi önceki filmlerinden bile yoğun. Bu yüzden akışı içtenlikle takip etmek, dikkatini vererek kapılıp gitmek zor. Onun filmlerini sevmeme nedenlerimden biri de filmin ritmini ele geçirmiş bu boğukluk, yutkunmakta zorlandığımız anlardakine benzer bir his. Hatta daha ileri giderek akmayan filmler çektiğini bile söyleyebilirim. Bunu da bilerek yaptığını düşünüyorum. Hayatın her anlamda bu şekilde karanlık bir çıkışsızlık içinde olduğunu resmetmek istiyor sanki. Fakat bu boğuculuk duygusu bana kalırsa ilk kez anlattığı öyküye uymuş. O dünya içinde ezilip varlığın korkunç hâline bakmamızı sağlıyor. Bunu da yaşlı bir çiftin yaşamına bakarak yapıyor.

Yaşlılık, yalnızlık ve ölüme dair bir hikâye bu. Hepimizi bekleyen kaçınılmaz sonla yüzleşiyoruz. Erkek, sinema üzerine yeni kitabını yazmaya çalışıyor, kalp hastası. Kadın bir süredir demans atakları geçiriyor ve git gide nerede ve kim olduğunu unutuyor. Uyuşturucuyla sorunlar yaşamış ve eşinden boşanmış oğulları onları ziyarete gelse de yapabileceği pek bir şey yok. Zaten filmin ortalarında ikisini güzel bakım  görebilecekleri bir huzurevine yatırmayı teklif ediyor. Baba bu öneriyi reddediyor. Bu arada erkek demansın yarattığı sorumluluktan kaçmak istiyor. Kişisel yaşamının ayrıntıları çok daha önemli. Belki biraz bundan belki de başka bir kadına olan aşkı yüzünden evliliklerinde iletişim de kalmamış. Filmin yaralayıcı kısımlarından biri de bu.

İKİYE BÖLÜNMÜŞ EKRAN

Gaspar Noe, bu yalnızlığı vurgulamak için özel bir yöntem kullanmış. Filmin çok büyük bir kısmını ikiye bölünmüş ekranlardan izliyoruz. Bir ekranda kadın diğerinde erkek, çok büyük sayılmayacak bir evin içinde çok az kesişen bir yaşam kuruyorlar. Noe özellikle filmin ilk yarım saatinde bu çiftin bir sabahına götürüyor bizi. Gerçek zamanlı akan bu görüntüler sinemasal anlatım açısından çok başarılı. Ayrıca İtalyan yönetmen Dario Argento ve Françoise Lebrun’un oyunculuklarını anmadan geçmeyelim, bu iki isim yaşlılık denen o ürkütücü döneme gerçekçi bir yerden bakmamızı sağlıyorlar. Noe, çoğu zaman yaptığı gibi tam bir senaryoyla çalışmamış, yaklaşık 10 sayfalık bir metin üzerinden filmi doğaçlama çekmeyi tercih etmiş. Bu tercih perdede olanların gerçekliğine ilişkin güçlü bir izlenim yaratıyor.

Bu arada filmin Michael Haneke’nin Aşk’ına (Amour, 2012) benzerliği dikkat çekici. Zaten pek çok yerde Noe’nin Aşk’a yanıtı olarak da yorumlandı. Benzerlik aslında daha çok orta üst sınıf yaşlı çiftin ilişkisinde ve demansın yarattığı sıkıntılarda. Fakat Haneke’nin konuyu daha toplumsal bazda ele aldığını, Avrupa uygarlığını eleştirdiğini belirtmek gerek. Noe ise daha kişisel bir yerden öyküye bakıyor ve yaşlılığın bu ‘rüya içinde rüya gibi olan yaşamı’ nasıl sonlandırdığına bakıyor. Çiftin ilişkisi pek çok yerde yürek burkuyor, özellikle de finalde ekranlardan birinin boş kaldığı ve geride kalanın tümüyle yalnızlığına gömüldüğü sahneler can acıtıcı. Bu yüzden seyri çok kolay değil, özellikle de ailenizde filmdekine benzer bir yaşlanma sürecinde olan bireyler varsa filmin duygusal ağırlığı çok daha zorlayıcı olacaktır.


ŞİMDİ CANNES FİLM FESTİVALİ’NDE OLMAK VARDI!

Cannes Film Festivali üç çeyrek asra yaklaştı. Dile kolay, 75. kez sinemaseverlerin karşısına çıkıyor. Ve talihin de gözü şimdilik kör olsun, bu muhteşem film festivaline orada tanık olmak bugüne kadar mümkün olmadı. En azından Nuri Bilge Ceylan’ın yarışmaya katıldığı yıllarda gidebilsek ne güzel olurdu. Gerçi bu yıl Nuri Bilge Ceylan filmi Kuru Otlar Üstüne’yi yetiştiremedi ama festivali izlemeye gitmiş. Ah şu makus talih!

Buralar sıcaktan bayılmaya başlamışken mayıs güneşi Cannes sahillerine vuruyor, kent yıldızlar, sinemacılar ve sinema meraklılarıyla dolmuş. O müthiş salonlarda gösterimler art arda geliyor. Böyle bir ortamda olmak ne güzel olurdu! Üstelik sinemamız adına çok güzel haberler de aldık. NBC’miz festivalde yarışmıyor ama Emin Alper Kurak Günler ile Belirli Bir Bakış bölümünde yarışacak. Pazartesi günkü gösterim sonrasında ekip arkadaşları olarak Çiğdem Mater’e yönelik haksızlığı protesto eden bir konuşma da yaptılar. Tabii buraların kuru ikliminde film daha çok LGBTi odaklı konusuyla fırtına kopardı, Daha önce filmin varlığından haberi bile olmayan tipler sosyal medyada bakanlıktan nasıl olup da destek aldığını sorgulamaya çalıştı. Buralarda sinema gerçekten acayip bir şey.

Bir başka güzel haber de Atölye programında Philax adlı  projesiyle Ruken Tekeş’in Sorfond ödülünü kazanması oldu. Böylece ilk kez Cannes’da bir kadın yönetmenimiz ödül almış oldu. Sinemamız için (bunca yılın kaybı adına) üzücü ama aynı zamanda sevindirici bir haber. Geç de olsa çok daha önemli çabaların, sanatsal üretimin değerini bulacağı günlerin hayalini kurmaya ve bunun için çalışmaya devam.

Bu yılki Cannes’da Ukrayna’daki savaşın yarattığı kötülük sarmalına ilişkin protestolar da vuku buldu. Festivalin doğası ve gelişimiyle ilgisi olmasa da dünyanın her yerinde yaşanan kötülükler söz konusuyken festival komitesinin bu konuda daha duyarlı ve güçlü bildirilere imza atması ve herhangi bir çifte standart göstermeden eşit bir muhalif iklim oluşturması dileğimiz. Bunun yanında bir öğrencisinin projesini (ç)alarak çektiği Kahraman filmine rağmen Asghar Farhadi ana yarışma jürisinde yerini aldı. Üstelik İran mahkemelerinin cezayı onadığı haberleri de geldi. Festivalin bu konudaki tutumu da ayrıca tartışılmayı hak ediyor.

Altın Palmiye için yarışan filmler epey iddialı aslında ama ibrenin hangi film üzerinde yoğunlaştığı bu hafta belirsizliğini korudu. Cannes eleştirmenlerinden gelen yorumlarda da üzerinde ağırlıkla durulan bir isim yok. Ali Abbasi (Kutsal Örümcek), Park Chan-Wook (Ayrılık Kararı), Arnaud Desplechin (Abi ve Kızkardeş), Hirokazu Kore-Eda (Broker) bana kalırsa öne çıkan isimler.  Epeydir beklenen yeni filmi Crimes of the Future ile David Cronenberg de sürpriz yapabilir. Amerikan sinemasında bağımsız işlere göz kırpan James Gray’in  Armageddon Time ile şansı var. Filmleri henüz burada izlemediğimiz için hangi isim büyük ödüle ulaşır bilemem ama gönlüm galiba Park Chan-Wook’tan yana. Bakalım cumartesi gecesi ödüller nasıl dağıtılacak? Bekleyip göreceğiz.