“Dinlediğin her şarkı, kuramadığın bir cümle aslında... Bir kadeh daha şiir içsem, körkütük şair olsam… Hangi mısraya sığar ki sevdan!”(*)
2025 ‘ölümlerden ölüm beğen’ yılında benim de payıma ‘sen’ düştün Cemalim. Sedye üstündeki çaresiz, ürkmüş, endişeli gözlerin, acıdan kıvranırken bile koruduğun ketumluğun/sessizliğinle hep aklımda, hep yüreğimdesin kor ateş gibi..
”“3 gün yatak, 4’üncü gün toprak”derdin, dediğin gibi oldu.
“Ben senden önce gideyim, sen güçlüsün, dayanamam sensizliğe, çocuklara sen sahip çıkarsın, ben yapamam” derdin, öyle de yaptın.
“İnsan 70’inde gitmeli” derdin; hepi topu 1 yıl sektirdin, 71’inde babanın öldüğü yaşta elveda dedin. O’nun gibi, çekmeden, çektirmeden, O’nun gibi acılara gark ederek… Hasretini kalbimize mühürleyerek…
Canım. Yılın son yazısını sana yazacağımı, tuşların gözyaşlarımla ıslanacağını nasıl bilebilirdim ki…

Her yılbaşı öncesi nasıl hediye alma telaşı yaşadığımı, dostlarımın ‘Noel anne’ takılmasından nasıl keyif duyduğumu, onları mutlu görmenin beni nasıl mutlu ettiğini en iyi sen bilirdin. Ya, bu yılın son armağanının ‘sana mezar taşı seçmek’ olacağını? Tesadüfen bulduğum bir uygulamadan gelen ilk teklifi değerlendirip sonrasında o kişinin Piriştinalı dönemde seninle Kent Müzesi ve Arşivi’nde birlikte çalıştığın bir arkadaşın olduğunu, gözyaşlarıyla ‘Cemal Hocam’ın ekmeğini çok yedim, mezarını yapmak bana kısmet oldu’ diyerek dua edişini?
Oğlumuzun ‘bu hayatta tesadüf yoktur, Yaradan ne yazmışsa o’ sözüne itiraz eder misin yine? ‘Rastlantı dünyanın en eski ilahi gücüdür. Birine rastlamanız bazen bir ödüldür, bazen de bir ceza’ diyen Jean Baudrillard’a ya da?
İki yıl arayla aynı gün doğuşumuza, doğum günümüzde tanışmamıza, yağmurlu bir İzmir gününde evlenip seni toprağa sakladığımız gün sadece bir anlığına toprağın rahmetle ıslanışına ‘tesadüfün de böylesi mi’ diyelim canımın içi, güzel yârim…
Adının anlamı ‘güzel yüz’ olan yoldaşım, hayat arkadaşım, en sevdiğim, en kızdığım, beni en sinir edenim, beni en çok üzüp en çok güldürenim, koca rolünü hiç benimsemeyip sevgili olmayı en iyi bilenim, flörtözüm, kibarım, nahifim, mahcubum, yakışıklım.. Son 8 senede ‘etle tırnak’ olduğum eşim… Ne diyeyim, ne anlatayım da kendime, Oya’ya, Cem’e iyi geleyim, içimdeki kederi, öfkeyi, isyanı kelimelere döküp yeniden yola devam diyebileyim? Ağabeyini, annesini, babasını, sayısız yoldaş/ can dost kaybetmiş, gönlü butik mezara dönüşmüş Gönül, gözünün içine bakan evlatları, dostları için nasıl ayakta durur? Gözümün içine bak rüyalarımda, de bana hadi! Her şarkı bana seni anlatırken, açtığım her çekmece/dolap sen diye bağırırken, aldığım her lokmada, tenime değen her giyside, birlikte izlediğimiz en sevdiğin dizilerde, aldığım her nefeste senin kokunu duyarken… Bu acıyla, yokluğunla yaşamayı nasıl öğreneceğim, anlat bana Cemalcim, anlat!

“her şeye yabancıymışım gibi yaşıyorum
hani delik deşik bir sokaktan geçer ya insan
tam da öyle
hangi anıya bassa ayağım
alıp götürüyor istemediğim yollara
ben ki
aynı hayalin
peşinde
yorulmadan koştum
bir‘kelebek ömrü’ymüş düşlerim
durmam gereken yerde durdum
gitmem gerektiğinde gittim
düşlerim bana da direndi
sonrası
ses vermeyen notalar çalan
bir keman telinin kırılmasına benzedi
ömrüm
en acısı da
kelebek ömrü düşlerimden düşüşüm
aynada gördüğüm suretime sığınıyor yaralarım
giderek yaklaşıyorum sona doğru
gözlerimden akamayan yaşların yangınında
intihar ediyor bütün anılarım.”
“Kelebeğin Ömrü” şiirini sanki benim için yazmış Kifayet Ceylan. Hani Buca Eğitim’de bir faşist sürüsü içinde yumruklardan soluksuz kaldığımda ‘yetiş Kifayet’ diye sadece onu çağırdığım yoldaşım. Senin üniversitedeki lakabının ‘kelebek’ olduğunu... Bir çiçekten ötekine, biteviye süren arayışının hiç bitmediğini bilmeden…
“Bir kelebek ağrısıydı ,
vakit dardı, mevsim hicazdı…
yetişmem gereken bir ölüm,
kaçmam gereken bir hayat vardı
çünkü sükût narindi..”
Kimbilir hangi yorgun geceden çıkıp Cumhuriyet’te büro sandalyelerin üzerinde uyurken çekilmiş fotoğrafının altına ‘KELEBEKLER ÖZGÜRDÜR’ notunu düşmüşsün; öyle misin Cemalcim? Dilerim. Tüm kalbimle. Kelebekler gibi uçtuğunu, daldan dala çiçekten çiçeğe konduğunu… Bahçemize diktiğin yağmurlarla coşmuş pembe gülleri de unutmayıp arada bir uğradığını… Bütün zincirlerinden kurtulmuş, altında ezildiğin bütün sorumluluklardan sıyrılmış, bütün korkularından/ endişelerinden, bu dünyadan sıkılmışlığından soyunmuş olduğunu umuyorum, diliyorum, yakarıyorum göklere. Uç kelebeğim, artık özgürsün…
Baktığım yerde olmasan bile gözümün daldığı her yerdesin…

* Nazan Bekiroğlu
* Birhan Keskin
(Beni, Cemal’imi ya da her ikimizi de tanıyan sayısız arkadaştan, dosttan mesajlar yağdı 20 Ekim’den itibaren. Telefonlar, mesajlar, çiçekler… Yazılı, sözlü taziyeler. Geri dönemedim, cevaplayamadım, hatta uzun süre bakamadım bile. Sanırım içimdeki acımın birazını olsun dökebilmişimdir satırlara. Eğer öyleyse anlamışsındır sessizliğimi, yıkık döküklüğümü. Nazım, ‘en fazla bir yıl sürer 20. Asırda ölüm acısı’ demiş ya, ben daha ikinci ayımdayım. Bilge bir dostumun ‘acı bitmez, bitmiyor, sadece onunla yaşamayı öğreneceksin’ dediği gibi, emekleme dönemimdeyim. Bakalım Nazım mı haklı, bilge dostum mu, göreceğiz ömrümüz varsa… Dünyada değilse de kalplerde çok güzel izler bıraktığını gördüğüm sevgili eşim, çocuklarımın babası Cemal için gösterdiğiniz her hassasiyete binlerce kez teşekkür etmiş olayım bu vesileyle… Adını hayırla andığınız her an yaşayacaktır O…
Yeni yılda hepinize iyilikler, sağlıklar diliyorum, yollarınızın hep Cemal gibi güzel insanlara çıkmasını…
Kendim içinse tek dileğim, Allah’ın bana bu acıyı unutturacak başka bir acı vermemesi..)