Felsefenin birinci emrini hatırlayacaksınız: “Kendini tanı!” İlk bakışta tuhaf bir emir bu: Bir insanın kendisine en yakın olan varlığı - kendisini - tanımasından daha doğal (ve kolay) ne olabilir değil mi? Oysa, biliyoruz ki, insanların çoğunluğu kendisini hiç tanımaz. Yerini ve haddini bilmez. İçindeki özgün kişiyle baş başa kalmaktan korkar, hatta kaçar ondan. Verilen ezberlerle yetinir. Kendisinin zır cahilidir.
Felsefe, belki de bu cehalete meydan okumak için ortaya çıkmıştır. Bu yüzden olacak fazla ilerlememiştir: Ben kimim, burası neresi, bütün bunların bir anlamı var mı, varsa nedir?
Bütün bunların cevapları insanın kendisini tanımasından geçer.
Günümüzde özellikle psikoloji bilimi bu açıdan felsefenin yanında koşmuştur. Kitapçı rafları insanlara kendilerini nasıl tanıyacaklarını öğretmeyi vaat eden kitaplarla doludur.
Kitap sayısına ve çeşidine bakılacak olursa kafalar hayli karışıktır.
Bu tanıma uğraşı, elbette biyoloji, antropoloji ve tıp gibi bilimsel alanlardan da yardım alacaktır. Çünkü farazi değil, Homo Sapiens’ten söz ediyoruz.
Homo Sapiens somuttur. Olanakları, değişimleri ve sınırları vardır. Her şeyi yapamaz. Neyi yapamayacağını öğrenmek de kendini tanımanın konularından birisidir. Teknoloji tarihi, bu sınırlamaları keşfetme ve aşma çabası olarak da okunabilir: Şu kadar uzağı işitebilirsin, şu kadar ırağı görebilirsin gibi….
EVRİM DEVRİMİ GEÇİNCE
Yeni teknolojiler çıkar, homo Sapiens zaman içinde bunlara uyum gösterir.
Türkçe ve İngilizce kitap olarak da çıkan Dijital Tufan adlı bilimsel denememde de anlattığım gibi, son dönemde devrim evrimi geçti. İnsan, eskiden göremeyeceklerini görmeye, duyamayacaklarını duymaya başladı.
Ortaya “Homo Super Communicatus” çıktı.
Aydınlanma dalgasının üzerinde ilerleyen kapitalist-emperyalist-devrimin, çok daha yavaş ilerleyen bilişsel evrimi bekleyecek hali yoktu.
Biri koşup ötekisi emekleyince, insanın fiziksel becerileriyle bilişsel yetileri birbirinden koptu.
Bu hem biyolojik hem antropolojik hem de felsefi olarak bir kırılma noktasıydı.
Bu kırılmanın sonuçlarını hızla görmeye başlıyor, sorunlarıyla boğuşuyor, çareler arıyoruz.
ALGORİTMALAR NEYE YARAR?
Biraz fazla uzun bir giriş oldu. İyi de oldu. Pek çok konuda arada bir geriye dönüp bakmak ve “Bu noktaya nasıl geldik?” sorusunu sormak zorundayız.
İnsanın felsefi anlamda kendisini tanıma ödevinin de bir parçası olmalı bu değerlendirme çabası.
Biz genellikle tek bir ana odaklansak da tüm anların kesiştiği noktada yaşıyoruz. Yalnızca son ana takılırsak, başsız cesetler gibi dolaşıp dururuz.
Aslında bu yazıda yukarıda sözünü ettiğim kırılmanın nasıl olup da bizi algoritmaların kölesi haline getirdiğini anlatacaktım.
Evet kölesi: ne satın alacağımızı, hangi sosyal medya sitelerine abone olacağımızı, hangi köşe yazarlarını okuyacağımızı, hangilerine öfkeleneceğimizi kimler nasıl belirliyor?
Tüm bunların arkasındaki sistem ya da “yapı” dan söz edecektim.
Ucundan başlayalım: Devrim evrimi geçti, kırılma oldu dedik. Devrim, eskiden çok zor olan ve kıtlığa yol açan enformasyon taşıma işini çok kolaylaştırdı. Hele dijitalleşmeyle birlikte müthiş bir bolluk dönemine girdik.
Çok umutlu ve sevinçliydik. Enformasyon ve bilgi bollaşınca insanlığın müzmin sorunlarını çözmek kolaylaşacaktı. Çünkü bizler, Aydınlanma’nın torunları olarak, bilginin “ilerici” özünden emindik: Daha çok bilgi - daha doğru karar - daha iyi bilgilendirilmiş kamu - daha iyi işleyen demokrasi - daha mutlu toplum…
Ne faşizm, ne ırkçılık, ne yobazlık, ne gaddarlık…
Ama öyle olmadı. Bir rahatsızlık hızla yayıldı.
Önce mide fesadı sandık. Aşırı bilgi yüklemesi, hakikat bulantısı gibi yeni salgınlardan şüphelendik.
İlaç olarak, algoritmaları önerdiler. Teşhis koymakta onların üstüne yoktur dediler.
Heyhat! Yan etkileri de çokmuş!
SENİ TANIYORUZ
Ne seyredeceğini bilmiyor musun? Neyin doğru olduğuna emin değil misin? Doğrusunu kime soracağını merak ediyor musun? Hiç zahmet etme. Biz seçeriz!
Belirsizlikten ve boşluktan nefret mi ediyorsun? Al sana tam nabzına göre şerbet, gönlünce ön yargı, asırlar boyu dinmeyecek kin ve nefret…
Al sana şiddet, sapıklık, küfür, yalan dolan… Zulüm, adaletsizlik, bağnazlık…
Filozofların binlerce yıllık öğüdüne rağmen sen hala kendini pek tanımıyorsun. Biz seni çok iyi tanıyoruz.
Sen kendini incelemeye zaman bulamadın, ama biz her anını kayda aldık!
Sayende, insan denen meçhulü çözdük.
Meğer sandığımızdan basitmişsin!