Bu filmi izlesem mi izlemesem mi diye bayağı düşündüm. Pek de gönlüm yoktu açıkçası.  Ama bir telefon hırsızlığı yüzünden tüm günümü karakolda ufacık bir ipucundan yola çıkarak bulmaya çalıştığımız hırsız(çocuk)larla geçirince bu hafta asıl izlemek istediğim filmin (Okul Tıraşı) sınırlı seanslarından sonuncusunu da kaçırıverdim. (Artık onu da haftaya izler, yazarım.) E malum, yazının yetişmesi gerek, hâl böyle olunca perşembe akşamı kuruldum Netflix’in karşısına.  (Hem de biliyorsunuz, Netflix’e kuruluyorum epeydir.)



SAYFANIN TAMAMINA ULAŞMAK İÇİN TIKLAYINIZ



Böyle bir giriş yapınca gönülsüz olduğum filmin beni şaşırttığını, aslında ortaya çıkan ürünün gayet güzel olduğunu yazmam beklenebilirdi. Fakat öyle olmadı elbette. Filmi beğenmedim, beğenemedim.  İşin ilginç yanı filmle ilgili pek bilgim yoktu. Hakkında bir şeyler okumadım, öyle pat diye geçiverdim başına. Bazen kimi filmlerin tanıtımı, reklâmı öyle şatafatlı olmaz, kıyıda köşede izleyiciyi bekler ve çarpıverir. Bu film için de yoğun bir tanıtım yapılmadı. Belki iddiasız ama özel bir film olabilir diye düşünür insan. Ayrıca filmin senaryosunda Yılmaz Erdoğan’ın parmağı var, yönetmen de televizyonda kendini kanıtlamış, popüler işlere bir parça sinemasal tat eklemiş Hilal Saral. Hem de ilk sinema (pardon Netflix) filmi. Böyle olunca bir iddia da oluşuyor ister istemez. Yönetmenin bir sinema filminde kendini kanıtlama çabası devreye girebiliyor. Oyuncular da yeni kuşağın son yıllarda yer aldıkları televizyon dizileri ve filmlerde kendilerinden söz ettiren popüler isimleri. O zaman iyi bir şey bekliyor insan. Ama ortaya çıkan film tatmin edici olmaktan epey uzak.

ASIL SORUN ÖYKÜDE

Tabii her şeyden önce öyküde sorunlar var. Filmin temel hikâyesi oldukça zayıf.  Odağında materyalizm üzerine kurulu dünyada kendilerini bulmak isteyen üç gencin dostluğuna ve içlerinden ikisinin aşkına yoğunlaşıyor. Öne çıkan karakter ise iş hayatında başarısız olan Fırat. Bir reklam ajansında küçük bir ekiple çalışıyor ve ölüm ilanı alamadıkları için işi kapatıyor. Başarısız olması, bir reklam ajansını yönetememesi insanların artık ölüm ilanı vermemesinden kaynaklanıyor yani. Ya da bir karakterin söylediği gibi gazetelerin de artık ölmüş olmasında. Yani hiç durmadan gelişen dijital imkânlardan haberleri olmayan gençler söz konusu. Bu inandırıcı olmayan girişle elbette Fırat karakterinin dünyasına giremiyoruz. Karakterimiz borç batağına saplanmış ve çaresiz. Birlikte çalıştığı yakın arkadaşının teklifiyle güneye bir yoga-meditasyon kampına gidiyorlar. Fırat burada şarkı söyleyen Lidya’yla tanışıyor ve görür görmez ona âşık oluyor. Ve görüyor ki Lidya ailesiyle ciddi sorunlar yaşamış ve evi terk etmiş. 

Yaşamın amacının çabalamaktan uzaklaşmak olduğunu öğrendiğimiz kamp sonrasında grup dağılıyor ve Fırat İstanbul’da yakın arkadaşının dostane yardımıyla ilaç şirketinde işe giriyor. Bir toplantı vesilesiyle Marmaris’e geliyorlar ve bir de ne görsün, Lidya ve partneri Yusuf otelde şarkı söylüyor. Bu tesadüf değil kader olmalı. Sonra Fırat’ımız yakın arkadaşından özür dileyip işi bırakıyor ( ve ne hikmetse arkadaşı bunu acayip bir olgunlukla karşılıyor, dahası müthiş bir alicenaplıkla sana çalışmışsın gibi para göndereyim diyor. Vallahi hayret!) ve Yusuf’la Lidya’dan oluşan bu müzik grubunun peşine takılıyor. Çocukluğunda darbuka çaldığı için hiç sorun yaşamadan gruba tahsis edilmiş bateriye bile eşlik ediyor, birlikte konserlere gidiyorlar, Köyceğiz senin Dalaman benim geziyorlar. Bu arada dostlukları ilerliyor, Lidya’ya duyulan aşk büyüyor, bir de anlıyoruz ki Yusuf Lidya’nın sevgilisi değil çok yakın arkadaşı. Oh be, rahatlıyoruz, Fırat’ımız Lidya’ya açılsın diye bekliyoruz. Ama işte sonra o kahredici final geliyor: Bummm!

KENDİNİ BULMAK İSTEYEN GENÇLER

Bu filmi izlerken asıl şunu merak ettim: Yılmaz Erdoğan gibi kalemi çok güçlü biri bu senaryoyu yazma motivasyonuna nasıl ulaştı? Özellikle Netflix için yönettiği ya da senaryosunu yazdığı filmlere bakınca Vizontele’nin yaratıcısının eski formunda olmadığını görebiliyoruz. Kendi tiyatro oyunundan uyarladığı Sen Hiç Ateş Böceği Gördün Mü? ve Güney Kore uyarlaması Kin’den sonra Aşkın Kıyameti de bu düzey düşüklüğüne ekleniyor. Bu filmde farklı olarak ne var? Belki motivasyonun kaynağı, kapitalist sistemin dayattığı müthiş maddeci dünya algısından kurtulma arzusu olabilir. Malum olduğu üzere Yılmaz Erdoğan da İstanbul’daki karmaşık, bıktırıcı iş ve yaşam düzeninden koparak ülkemizin bereketli güney bölgelerine gelmiş, doğa ve yaşamla daha yakından bağ kurmaya başlamıştı. Filmdeki genç karakterler, bir yandan kaygısızca gezip yaşamın tadını çıkarırken bir yandan da ruhsal arayışların peşinde. Bu yüzden başlarda ve sonlara doğru karşımıza çıkan meditasyon sahneleri önemli. Filmin niyetine dair izler burada. Fakat bu kısımlar da öykünün kalanı gibi güçlü anlatılar üretemiyor. Yaşamı ruhsal arayış çevresinde algılayan, spiritüel çalışmalara kendini vermiş grupların gerçekliği öyküye yansımadığı gibi Fırat, Lidya, Yusuf karakterleri de yeterince işlenmemiş. Fırat’ın kişiliğini oluşturan yapıya dair hemen hiçbir şey görmüyoruz. Ailesini de birkaç dakikalık bir sahneyle geçiştirmiş Erdoğan. Lidya daha da beter. Ailesini görüp tanıyoruz ama ortada Yeşilçam klişelerine yaklaşan şablonlar var. Lidya’nın babası kızının mimarlık okumasını istiyor, Lidya ise kendi hayallerinin peşinde gitmek. Bu yüzden de evi terk etmiş. Adı da aslında babaannesinin ismi Banu’ymuş. Baba filmin ortalarında konuşmaya geliyor, sonuç alamayınca da kızını evlatlıktan reddediyor. Bak sen!

Yine de filmin iyi niyetle günümüz kuşağın ruhunu, dünyasını anlamaya dönük bir yapı sunmak istediğini düşünelim. Ama böyle aile sunumlarıyla karakterleri anlamak mümkün mü? Maddeci dünyanın altını çizmek için zengin bir aile babası ve kendi istediği yaşamı kurmak için ailesinden kopan bir genç kızın mı çatışması gerek illa? Kısaca filmin en büyük sorunu karakterlerin yeterince derinleşmiyor oluşu. Öykü neredeyse hiç inandırıcı akmıyor. Araya komedi unsuru olarak katılmış sadece parayı düşünen, bitcoin al-satla zengin olmuş bir tip sıkıştırınca da verilmek istenen mesaj yerine ulaşmıyor. Aksine tuhaf, boş konuşan, karakterlerini tanımayan bir film çıkıyor ortaya. 

GERÇEKLİKTEN KOPUK

Elbette Boran Kuzum ve Pınar Deniz’in sempatik tarafları var, aralarındaki aşkın gidişatı da belli ölçüde oyalayıcı olabilir ama tüm bunlar filmin özellikle de dünyadaki en önemli şeyin ‘aşk’ olduğu fikrini anlatmak için bir sürü boş diyalog ve olayı art arda dizmesini işler kılmıyor. Hele o final sahnesi için ne diyebilirim bilemiyorum. Kaza yapacaklarını zaten tahmin edebiliyoruz, ama ölümden sonrasına ait kısım çok zorlama ve hatta filmin gençlerin yanında duran niyetiyle de çelişiyor: Ailenizden uzaklaşmayın, ölüm sizi bulabilir ama olsun yine de aşk her şeyi kurtaracak.

Geriye seyirci için güney sahillerimizden muhteşem manzaralar izlemek kalıyor fakat bu da yetmez. Çünkü yaz geldi, geçen yılki gibi kahredici yangınlar kapımızda. Daha birini yeni atlattık gibi. Ve görüyoruz ki hiçbir önlem alınmamış, ders çıkarılmamış. Rant uğruna bütün bu bölge kurban ediliyor. Bu yüzden özgürce sahillerde gezen gençleri anlatan bu tür inandırıcı olmayan öyküler yerine, güney sahillerini ve ormanları korumak gerektiğine ilişkin daha değerli, dişe dokunur filmler çekseniz daha iyi olmaz mı, ne dersiniz sevgili yönetmen ve yapımcılar?


 BİR FİLM GÖRDÜM

Bir süredir yer veremediğimiz Bir Film Gördüm, bu hafta yeniden ve sinemamızın çok özel isimlerinden biriyle sürüyor. Türk Sinemasının Jet Rejisör’ü olarak anılan ve özellikle düşük bütçeyle film çekme konusunda uzmanlaşmış, dürüstlüğü ve insanlığıyla ayrıca sevilen, içindeki sinema tutkusunu da yitirmemiş bir isim: Çetin İnanç. İşte Pınar Öğünç’le yaptıkları söyleşide Dünyayı Kurtaran Adam’ın efsane yönetmeni çocukluğunda yaşadığı sinema ortamını bakın nasıl anlatıyor?

“… Ortaköy’de 18 Akaretler’de oturuyorduk; on sekiz tane yan yana ev vardı, ikinci bizimki… O zamanlar Ortaköy’de büyük sinema bir tane: Barbaros Yazlık Bahçe Sineması. Evden, camdan bakınca bile sinema görünürdü. Biz duvardan atlayıp ne film gelirse kaçak izlerdik orada. O zaman ‘büyüyünce ne olacağım’ falan diye düşünmüyorum, sinemacı olmak aklımın ucundan geçmiyor. İlkokul kaçtaydım, tam hatırlamıyorum, İstanbul’un Fethi (1951) diye bir film oynuyordu. On yaşındaki bir çocuk için Taksim’e gitmek imkânsız. Beşiktaş’a inmek bile bir olay. Okulda o filmi seyreden çocuklar gelip bize ballandıra ballandıra anlatırlardı. Yok Taksim’de metrelerce kuyruklar varmış bu film için, bir hafta yer bulunamıyormuş. Neyse, film Ortaköy’e de geldi, duvardan atlayıp izledik. Ama sinemadan dışarı çıktıktan sonra da bizim film başlıyordu; birisi Fatih Sultan Mehmet oluyor, birisi Bizans İmparatoru… ‘Üç Silahşörler’ mi oynuyor, hop onu canlandırıyoruz. ‘İpsala Cinayeti’, ‘Altı Ölü Var’ nasıl şahane geliyor bize… Dereboyu’nda o zaman dere açıktı, yanına çarşaf gerip sinema perdesi yapar, önünde de filmin sahnelerini canlandırırdık. Gördüğümüz filmlerde silahlar patlıyor, bıçaklar atılıyor, adamlar kan revan içinde ölüyor ya, ‘ulan’ derdik, ‘bu iş nasıl oluyor.’ Öyle elimizde bıçak, birbirimize bakardık. Düşünürdük, şimdi biz film canlandırıyoruz ya, bıçağı saplasak gerçekten öldürür mü diye. Neyse ki denememişiz.

Televizyon yok, evde radyo baba açarsa açılıyor. Çocuğun neyine gerek radyo! Kimsede bisiklet yok, bisikleti bırak top yok, top. Kâğıttan topla futbol oynardık. Yoksul değil, yoksun bir çocukluk. Mecburduk yani bir hayal dünyası kurmaya. Dört-beş arkadaş bir çete gibiydik. Sinema da bizim aşkımızdı o zamanlar, ruhumuzu okşayandı, tek oyuncağımızdı. Her gün her gün bıkar insan değil mi? Bıkmazdık. Sinema sahibi de zaten bir tane perde germeye gücü yetmiş, sinemanın yan tarafları açık, bir şey diyemezdi bize.

O zamanlar özlemini duyduğum, sinemadaki şatafattı; gerçeğe, bizim yaşadıklarımıza benzememesiydi. Bakıyorsun filmde kadınla adam âşık oluyor, kadın evi terk ediyor – başka bir hayat yani.  Gecekonduda oturmuyorduk; küçük, mütevazı bir evimiz vardı. Ama sinemada saray görüyorduk. Türkiye’de varlık vardı, ama İstanbul’un göbeğinde de yokluk vardı o zaman. Mahalleye bir buzdolabının gelmesi olaydı. Alet buzu nasıl yapıyor ona kafamız basmıyor bir türlü…”

(*) Jet Rejisör: Çetin İnanç, Haz: Pınar Öğünç, Roll, İstanbul, 2006, s.9-10