Emperyalist ülkelerin gazı ve desteğiyle iktidara gelen AKP iktidarında popülizmin yükselmesiyle yeni despotizm biçimlerinin de ortaya çıkmasına neden oldu.  Bu süreçte kaynağını yalan, komplo teorileri ve ucuz sloganlardan alan siyasi demagogların da önü açıldı. Irk, din ve kimlik siyasetleri popülist liderlerin sık sık başvurdukları propaganda malzemesi haline geldi. "Bizler" ve "onlar" ayırımı yaygınlaştı. Öte yandan toplumsal ilişkilerde güven duygusunun zayıflaması aynı zamanda politika üretilmesinin de zayıflamasına yol açıyor. Bugün yaşadığımız da tamda budur. Günümüzün ideolojisi olarak militarizm, orduya ve askere ait değer, norm ve zihniyetlerin toplumsal hayatın her alanına hâkimiyeti olarak görülmektedir. Şiddete dayalı duyum ve anlayış biçiminin tüm sivil yaşam alanını kontrol altına almasıyla kendini gösteren militarizm, çözüme yönelik müzakereci bir demokratik siyaset yerine, devletin yaptırım araçlarının öne çıkarıldığı müdahaleci bir yönetim anlayışını getiriyor.

1980'li yıllardan itibaren her türlü kamusal muhalefetin ekonomik aklın rehberliğinde savaş devleti zihniyetiyle kriminalize edilmesi, modern devletin 20. yüzyılın sonunda paramiliter bir polis devletine dönüşmesine de neden olmuştur. Benzer durumu yaşayan Türkiye halkları, AKP iktidarının başarısız sosyo-ekonomik politikalarını protesto eden, eğitim, sağlık, kültürel ve diğer konularda protesto hakkını kullanmak isteyenlere ve hak, hukuk arayanlara karşı polisiye önlemleri sert bir şekilde uygulamaktadır. AKP'nin piyasaya fazla güvenmesi ,devlet aygıtının stratejik bir şekilde kullanılmaması, parti yönetiminin zaman ufkunun dar olması ve yerleşik kurumların baskılanması eşitlikçi, sürdürebilir ve akıllı bir refah artışının ortaya çıkmasını engellemiştir.  “AKP iktisadı” yapı olarak, üretimin katma değer niteliği iyileşmeyen, üretim kapasitesi sınırlı kalan, işsiz, yoksul kitlelerin yeterince korunmadığı, gelir eşitsizliği ve teknolojik yetmezliği belirginleşen bir ekonomidir. Bu sorunları eleştiren, sorgulayanları, protesto edenleri gözaltılar ve baskılarla susturmaya çalışması toplumu uzun bir süredir tedirgin ediyor. 

Toplumda Demokratik

Siyaset alanını gittikçe savaş devleti anlayışı, çatışmacı ortamlar yaratıldı ve farklı militarist zihniyetlerin oluşturulduğu algısı yaygınlaşıyor. AKP'nin popülist dış politikasında da; suçu başkalarına atmaya ve komplocu düşünceye dayalı, çatışmacı bir diplomasi üslubunu görmekteyiz. Yine en başarısız olan konu Suriye politikasıdır. Milyonlarca Suriyeli göçmen hiçbir hazırlık yapılmadan, hiçbir altyapı olmadan göç etmek zorunda kaldı. En son gelinen nokta iktidarın besleyip büyüttüğü ÖSO dedikleri şeriat naraları atan yapılanmalar Türk bayrağını yakar hale geldi. Buyur burdan yak. Yine cahil bir gençlik yarattılar, imam hatiplerin kendilerine hizmet edeceğini düşündüler acak beklemedikleri bir şey oldu ve deist gençlik selam verdi onlara. Cahil ve ideolojiyle büyütülen her çocuk bir müddet sonra başkalarının aklıyla ve fikriyle kendisini büyütene düşman olur; yani her sistem zıttını doğurur... 

Bu ve benzeri bir çok konuda liyakat ve öngörüsüzlük örnekleri sayabiliriz. 

AKP ile temsil edilen popülist siyaset, ulusal siyasal elitlere yönelik öfke, dış aktör ve güçlere doğru yöneltilmiş olması da tam bir tiyatro.

Türkiye daha önce, batılı ülkeler tarafından demokrasinin az bulunduğu bir coğrafyada demokrasisini inşa edebilmiş bir model ülke olarak örnek gösteriliyordu. Bugün ise saray yönetimi ile 'otoriter popülist' sistemlerin ayak izlerini takip eden bir model haline geldi. Ülkenin demokratik bozulma sürecine paralel olarak genel yönelimi de batılılaşmadan batı karşıtlığına dönmüş durumda. Tek adam yönetiminin ilk yıllardaki dış politika atağı ve anlayışı “komşularla sıfır sorun” ilkesinden sürekli kriz ilkesine evirildi. İktidarın popülist dış politikası dramatik dönüşümlere neden olurken ülke itibarı ise yerlerde sürünüyor. Dış politika herhangi bir siyasi partiyi popülist yapmaz ancak popülist siyasi partilerin dış politikada bazı benzer eğilimleri olabilmektedir. Bu eğilimler ise ülkeyi istikrarsız ve öngörülemez bir rotaya götürebilir.

Yine popülist iktidarlar, demokratik değerler hakkında şüphe yaratarak dış politika yönetimini kurumsallıktan uzaklaştırır. Kişiselleştirerek, çok taraflı kurumları zayıflatır. Diplomatik ilişkilere zarar verir ve uluslararası uzlaşı oluşturma süreçlerini zora sokar. Bu da hem bölgesel ve küresel istikrar açısından hem de popülist bir dış politika benimseyen bir ülkenin ulusal çıkarları açısından ağır sonuçlar doğuran bir durumdur. Ne yazık ki yaşadığımız toplumun duyarlı bütün kesimleri bu durum yüzünden tedirginlik yaşıyor. Temenni ediyorum halk önümüzdeki seçimlerde yaşadığı tedirginlikleri, korkuları, travmaları atmak için, başa gelen felaketten başkalarını sorumlu tutan, cahil anlayışta ısrar eden bu iktidara sandıkta dur demelidir. Gelecek için tedirginlik yaşayanlara Alman Edebiyatçı Goethe'nin, "Cehaleti iş başında görmekten, daha korkunç bir şey olamaz." sözünü de hiç bir zaman unutmamalarını söylemek istiyorum.