Suçun müstakbeli de olur mu demeyin, neden olmasın? Ama böyle bir adlandırmadan Tom Cruise’un oynadığı bilimkurgu-aksiyonu Azınlık Raporu (Minority Report, 2002) gibi bir film beklememek lazım. Suçun gerçekleşmeden önlenmesine ilişkin bir atıf değil bu. Daha çok gelecekte ortaya çıkacak yeni suçlara dair bir düşünme egzersizi. Ama ‘yeni suçlar’ deyince de hayal gücünü çok zorlayan, insan denen bu karmaşık varlıktan uzaklaşan bir şeyler söz konusu değil. Yani aslında karşımızda bir suç filmi var diyemeyiz. Yine ‘insan’da kalıyoruz, insanın doğasına ilişkin o karanlığa bakıyoruz. Bakış noktamız ise ‘beden’. Bedenin bize sundukları değişir mi, vücut fonksiyonlarıyla kurduğumuz ilişki hangi farklı boyutlar üzerinden değerlendirilebilir? Film, böyle çeşitlenebilecek sorular çıkarıyor karşımıza.



SAYFANIN TAMAMINA ULAŞMAK İÇİN TIKLAYINIZ



BİYOLOJİK KORKULAR

Malum, yönetmen David Cronenberg. Böyle olunca beden üzerinden ilerleyen bir kavramsal anlatının bizi beklediğini tahmin ediyoruz. Çünkü Kanadalı yönetmenin özgün dünyasının başat unsurları bunlar. Sinemaya adım attığı günden bu yana, insan varlığının çelişkili, çatışmalı, anlaşılması ve anlatması zor bölgelerinde gezinmeyi sevmişti. Bu bölgelerin başında da hem gerçek hem mecaz anlamlarıyla ‘beden’ geliyor.  Cronenberg bu alanda deyim yerindeyse ciddi anlamda at oynattı.  Seyircisine daima zor, şaşırtıcı film deneyimleri yaşattı. İster ticari niyetlerle çeksin ister çok daha marjinal sularda yüzen, kavrayışı kolay olmayan filmler üretsin o bu konuda -belki de kendi biricik alanında demek daha doğru- tam bir öykü anlatma ustası. Özellikle 80’lerde üzerinde çokça düşündüğü, postmodernitenin kurguladığı kavramsal tartışmaları takip ederek -hatta bazen öncüsü olarak- çektiği filmlerle ‘body horror’ ya da  ‘biyolojik korku’ diye tariflenebilecek bir alt tür içinde büyük bir beceriyle gezindi. Bu temada ürettiği fikirlerin temel diyalektiği de teknoloji ve insan ilişkisi üzerinden biçimlendi.

Yönetmen farklı tür ve içeriklerde filmler ürettikten sonra, bu yıl şaşırtıcı biçimde bu aşina olduğumuz alana dönüş yaptı. Müstakbel Suçlar, beden politikası üzerine inşa edilmiş yeni bir sorgulama. 2000’li yılların teknolojik gelişmelerini takip eden ve buradan yola çıkarak insanın varlığı ve geleceği üzerine düşünen bir yapısı var. Tabii ki bu sorgulama içinde yerini daima koruyan evrim tartışmaları da önemli yer tutuyor.

YENİ BİR BEDEN DENEYİMİ

Filmin senaryosunu da yazan Cronenberg bu konuyu insan bedeninin ürettiği yeni organlar üzerinden açmaya çalışıyor. Yakın gelecekte, yılını tayin edemediğimiz bir zamandayız. İnsan yaşamında çok şey değişmiş. Özellikle de yemek, uyumak, cinsellik gibi temel gereksinimlerle kurulan ilişki farklı biçimlere evrilmiş. Saul adlı bir performans sanatçısıyla tanışıyoruz. Hızlanmış Evrim Sendromu gibi bir rahatsızlığı var. Vücudu bilinçaltı düzeyde işlevi olmayan ya da kendisine bir işlev bulan yeni organlar (tümörler) üretiyor. Partneri Caprice ile bu organları eski bir otopsi aygıtıyla dışarı çıkardıkları gösteriler düzenliyorlar. Bunu içsel güzellikler olarak niteliyor Saul ve öfkenin, isyankârlığın dışavurumu biçiminde sanatseverler önünde performansını gerçekleştiriyor. İnsan vücudunun ürettiği işlevsiz tümörler bu gösterilerde bedenden dışarı çıkarılıyor. Bir yandan da yeni parçaların oluşması için çalışılıyor. Bu durum yalnızca onlarla sınırlı da değil. İnsanın hastalıklarla ilişkisi çözümlenmiş, yepyeni ve organik teknolojiler yardımıyla bedenle ilişki bambaşka bir boyuta taşınmış. Artık acı duyulmayan, bununla birlikte haz duygusunun da kaybolduğu bir beden söz konusu. Bu yüzden insanlar bedenlerini neşter altına almaktan cinsel hazza yakın bir zevk alıyorlar. Böyle bir ortamda Yeni Ahlak adıyla özel bir bakanlık kurulmuş, insan bedeninin yeni oluşumları içinde kurallar değişiyor. Saul’ün de ilişki kurduğu Organ Tescil kurumu bedenle ilgili değişen yasaların takibinden sorumlu.

“İNSAN NEDİR Kİ?”

Bütün bu yapı Cronenberg’in tarzına yabancı seyirciler için oldukça zorlayıcı. Hatta bu anlamda izlenmesi epey zor. Hem öykü akışı içinde gerçekleşen olay ve diyalogları yerli yerine koymak hem de kesilip biçilen bedenleri tiksindirici, yadırgatıcı bulmadan izlemek çok da kolay değil. Ama Cronenberg’in dertlerine aşina iseniz filmin içinde yol aldıkça bazı taşlar yerine oturmaya başlıyor. Yönetmenin derdinin ‘insan nedir?’ sorusuna yeni olası yanıtlar bulmak olduğunu söylemek mümkün. Bütün bu evrimleşen kültürde, son yüzyılda teknolojiyle aramızdaki mesafe giderek küçüldü, dijital ve elektronik aygıtlarla bedenimiz arasında pek çok köprü kuruldu, dönüşümler yaşandı. Bu noktadan hareketle film, olası gelecekte insan denen varlığın bildiğimiz fizyolojik yapısından nasıl ve ne ölçüde uzaklaşacağına bakmayı deniyor. Ürettiğimiz yeni deneyimler, varlığımızın doğal yapısına eklemlenecek mi? Filmin başında tanıştığımız plastik yiyen çocuk, bu yüzden çok önemli. Zaten öykü ilerledikçe onun bu tartışma içinde özel bir işlevi olduğunu anlıyoruz. İnsanlığın gelişimi için bu bir aşama olarak kabul edilecek mi? Doğal bildiğimiz fonksiyonlar değişir ve bedenimiz yepyeni bir sistemle çalışmaya başlarsa ne olur? İnsanın ürettiği sentetik ürünleri yeme fikri filme göre bu evrimsel gelişmenin göstergesi oluyor.

Cronenberg’in tasarladığı dünya bu noktada çok anlamlı. Öykünün merkezinde yer alan performans sanatçıları, sanatsal dışavurum üzerine argümanları temsil ediyorlar. Değişen insanla birlikte sanatın da hangi anlam üzerine inşa edileceği gündeme geliyor. Filmin mekân tasarımı buna katkı sağlayan, incelikli düşünülmüş yapılar sunuyor. Gelecekte olmamıza rağmen bugün bildiğimiz teknolojinin mekanik benzerlerini görmüyoruz. Binalar eski, yıkık dökük, kente bir viranelik hâkim. Kullanılan teknolojiler dokuları olan, kendi bilinçlerine sahip canlılar gibi. Çok ileri bir teknoloji olduğunu anlıyoruz ama Organ Tescil kurumunda gördüğümüz gibi arşiv kısımlarında hâlâ kâğıt kullanılıyor, hem de iplerle bağlanmış dosyalar içinde. Bu karşıtlıklar sayesinde hem bildiğimiz dünyayı anımsatan hem de ona yabancılık duymamızı sağlayan bir ortam kuruluyor. Günümüz yaşamının gidişatına dair o tekinsiz, endişeli hâlimizin bir yansıması gibi, ama daha çok bir rüya atmosferinde. Böylece kendi geleceğimize dair tuhaf bir kabus/rüya görüyor gibi oluyoruz. Cronenberg’in bu rüyayı, işitsel ve görsel unsurlarla özenle ele aldığını söylemek gerek. Filmin bakış açısı da bu noktada insan varlığına sınır koymanın çok da mümkün olmadığı yönünde. Değişen zamana göre şekil alan ama bir yandan da yaşama dair soruların yanıtlarını bulamadığımız bir evrilme süreci devam ediyor. Bu sürüklenme hâli içinde de insan arayışı daima olacak.  Cronenberg, bu yolculuktaki yerimize dair tespitlerde bulunmakla yetiniyor. Ama kurduğu atmosfer geleceğimize ilişkin karanlık bölgelerin bir projeksiyonu gibi de algılanabilir. Kim bilir belki ileride beden dediğimiz bu formun da sınırlarını ve varlığını aşan bir boyuta geçebileceğiz. O zamana dek bu film ve benzerleri insanlığın geleceğini betimleyen öncü işler olarak kabul edilebilir.  Yaşayıp görmek dileğiyle…