“Beyaz adamın kurduğu kentleri de anlayamayız biz Kızılderililer. Bu kentlerde huzur ve barış yoktur. Baharda yaprakların açılışını ya da böceklerin kanat vuruşlarını duyacak yer yoktur. Belki bir vahşi olduğum için anlayamıyorum ama benim ve halkım için önemli olan şeyler oldukça başka. İnsan bir su birikintisinin etrafına toplanmış kurbağaların, ağaçlardaki kuşların ve doğanın seslerini duymadıkça yaşamın ne değeri olur?”

Kızılderili Duwarmish kabilesinin reisi Seattle’ın, 1854 yılında Amerika’ya gelen göçmenler için kendilerinden toprak isteyen Amerikan Başkanı Franklin Pierce’e yazdığı ve yukarıda küçük bir bölümünü sizlerle paylaştığım mektup, zamanının çok ötesine ışık tutan tespit, yorum ve öngörüleriyle hayli etkileyici bir niteliğe sahip. Modern açıkhava hapishanelerine dönüşmüş olan kentlerin kaotik telaşı içerisinde, insanın insana ve doğaya yabancılaşmasının tabii sonuçlarını sıklıkla tecrübe etmekteyiz. Özellikle yaşadığımız salgın günlerini değerlendirirken genel olarak insanın doğayla çatışmalarının sonuçlarına bolca vurgu yapılıyor. Fakat aynı günlerin ödenen bedellerini daha özelde inceleyecek olursak, insanlığın bu günlerden bir bütün olarak ve aynı ölçüde etkilenmediğini görüyoruz. Sürecin bir parçası olarak düzeni dizayn edenlerin daha fazla kar arzusu ile makinenin birer dişlisine dönüşüp, kendine ve emeğine yabancılaşan insanın, ölümün yanı başında sarf ettiği yaşamda kalabilme çabası, meselenin özüne dair en önemli noktayı oluşturuyor. Yaşanan salgının tüm dünyayı esir aldığı şüphesiz bir gerçek. Bu gerçeğe rağmen virüsün herkes için aynı düzeyde tehlikeli olduğu, zengin-fakir, patron-çalışan (çalışmak zorunda olan) ayırt etmediği değerlendirmeleri boş laftan ibaret. Öyle ki insanlar arasındaki eşit olmayan koşullarda herhangi bir şeyin herkesi aynı ölçüde etkilemesinin ve aynı sonuçları vermesinin imkansızlığı çok yalın bir gerçektir. İşçiler ve yoksullar ile onların alnından süzülen terin üzerine inşa edilmiş saraylarda saltanat sürenlerin ölüme uzaklığı nasıl aynı olsun?

Bu kadarla da sınırlı değil ölümün eşitsizliği. Dünyanın her yerinde yoksulluk; savaşların, salgınların ve iş cinayetlerinin sonucunda ortaya çıkan ölümlerden payını alıyorken, ırkçılıktan nasibini alan yoksullaştırılmış kitleler de bu toplamın bir parçası haline geliyor doğal olarak. Bu duruma en bariz örnek, salgının ABD’de ortaya çıkan bilançosu gösterilebilir. Amerika’da Koronavirüs sebebiyle yaşanan ölümlerin büyük kısmının siyahiler arasında meydana gelişi bu noktada önemli bir veridir. Faaliyetlerine devam etmesi zorunlu olan ağır ve zor koşullara sahip, bizim deyimimizle “en pis” işlerde çoğunlukla siyahilerin çalışıyor oluşu doğal olarak böyle bir sonucu ortaya çıkarıyor. Yani dünya üzerinde yoksulluk, yağmacı bir azınlıkla birlikte ırkçılıktan da nasibini alıyor.

Muhafazakâr Amerikan anlayışındaki hipo-soy kuralına göre örneğin, siyah bir ataya sahip olan birey kaçıncı kuşaktan olursa olsun -kendisi siyah değilse bile- siyah sayılır ve siyahlara uygulanan ayrımcılıktan nasibini alır. Bu durum siyahlar dışındaki beyaz olmayan diğer gruplar için de geçerlidir. “Beyaz adamın” yüz yıllar öncesinden bugüne kadar gelen laneti; ağır sanayinin, o devasa kentlerin, köprülerin, ışıltılı gökdelenlerin, özgürlük aldatmacasının, kısacası “Amerikan rüyasının” harcına yoksulları ve “öteki” kabul ettiği kesimleri katıyor.

Belki de tam da bu sebeplerle bugün, en başta alıntı yapığımız Kızılderili Seattle’ın toprakları ellerinden çalınmış olan torunları ile yüzlerce yıl kölelikle sınanmış, her dönem ırkçılıktan nasibini almış Afro-Amerikanlar ve diğerleri modern Amerika’nın fabrikalarında, tesislerinde, tezgahlarında, kentlerin ve Koronavirüs salgınının orta yerinde yan yana çalışıp, yan yana ölüyorlar.