2015 yılında herkesin gözleri önünde gerçekleştirilen ve her birimizin aklına, yüreğine dinmez acılar bırakan 10 Ekim katliamının altıncı yılını geride bıraktık. Onca zaman içerisinde katliamın sorumlularının ortaya çıkması için atılan herhangi bir adım olmaması bir yana katliamcı çeteyi bir grup öfkeli insan diye tarif edenler, katliamın ardından suratlarındaki tiksindirici gülümsemelerle kamera karşısına geçenler, bu katliama alkış tutanlar; ekranlarda, siyasette, sokakta, yanı başımızda var olmaya devam ediyorlar.

Barışa güç vermek için yollara düşen binlerce insandan yaşamaya tesadüfen devam edenler o gün Ankara’dan evlerine eksik döndüler. Yanı başlarında arkadaşlarını, dostlarını, evlatlarını, aynı düşe ortak oldukları yoldaşlarını yitirenler ve o gün orada olmasa da aynı duygularla akıllarını ve vicdanlarını donatıp, yaşanılabilir bir ülke ve dünya için mücadele edenler, tarihsel haklılıklarından aldıkları güçle yine tarihin bu safhasına onurun, dik durmanın, inat etmenin, baş eğmemenin notlarını düşmeye devam ediyor. Binlerce yıldır zulme ve haksızlığa uğrayanların, yurtlarından sürülenlerin, katledilenlerin, alın teri çalınanların yanında saf tutmuş olmanın verdiği cesaret ve bilinç; eşitlik, özgürlük, adalet ve barış isteyenlerin ellerinden sökülüp alınmak istenen umudu da her geçen an daha güçlü kılıyor.

‘Barışı istemek’ derken; şüphesiz ki kimin kiminle barışacağı noktasında ortaya çıkan tartışmaların muğlaklık yaratan taraflarını da göz önünde tutmakta fayda var. Elbette yoksullarla onları yoksulluğa mahkum edenler, özgürlük ve eşitlik için bedel ödeyenlerle onlara işkenceyi, cezaevini, ölümü reva görenler, enkazların altında can verenlerle kar hırsıyla kentleri betona gömüp doymak nedir bir türlü bilmeyenler, aydınlık bir gelecek isteyenlerle karanlıkta ısrar edenler, alın teri gasp edilen işçilerle onların alın teri üzerine servetlerini inşa eden patronlar, dünyayı kan gölüne çeviren işgalcilerle yurtlarını o işgalcilere karşı savunan halklar barışsın demiyor hiç kimse. Hasreti duyulan ve uğruna canlar verilen şey; barışa gerçekten ihtiyaç duyanların, yani ölmek ve öldürmek istemeyen halkların, çıkarları birbiriyle aynı olsa da yapay bölünmelerle karşı karşıya getirilmiş emekçilerin, yağmalanan kentlerin, akarsuların, ormanların acısını içinde hisseden ama herhangi bir nedenle kendisiyle aynı hislere sahip olabilenlerden ayrı düşenlerin, eşitliğe ve özgürlüğe hava gibi su gibi ihtiyacı olanların barışıdır. Muhakkak ki özlemi duyulan aydınlık yarınların teminatı da böylesi bir kucaklaşma ve birlikteliktir.

Şimdi 10 Ekim’de yitirdiğimiz her bir canın iradesi, başka bir yaşamın mümkün olduğunun bilinciyle mücadele etmekten bir an olsun geri durmayan ve kimilerine göre bir avuç kalan insanın inancına, öfkesine ve umuduna her gün yeniden can suyu oluyor. Ve o bir avuç insan şimdilerde koca yangınlara sebep olan birer kıvılcım misali her gün daha da güçlenip büyüyerek, zulmün ve saltanatın yıkılmaz sanılan duvarlarına daha da güçlü vuruyor. Birileri kendi düzenlerinin değişmez ve alt edilemez olduğundan emin bir şekilde sefa süredursun; paylarına düşen zulmün karşısında birleşerek ve barışarak yan yana gelen her insan, dünyanın kan emicilerini kendi karanlıklarına hapsedip, sokaklarda eşitliğin ve özgürlüğün rüzgarlarını estirecek olan büyük değişimi koşulluyor.