Şimdi siz eğer bu satırları okuyorsanız, demek ki yüzde 70’lik ‘çoğunluğun’ arasındasınız. Yani 9 günlük bayramı/tatili ‘evde’ geçirenlerdensiniz, benim gibi. Kumlara yayılan ya da teknesiyle açılıp mavi dünyalara yelken açan, bünyeyi denize bandıranlardan olsaydınız, ne işiniz vardı oturup bu yazıyı okumanın? E buyurun o vakit.

Öncelik; ‘kaç zamandır neredeydin’ diyenlere, merak edip soran soruşturanlara…

“bir cinayet silahı gibi uyanıyorum her sabah

güneşimin tepe lambasından ne farkı var

devriyeler gibi cıvıldıyor penceremde kuşlar

yoklamasını sektirmeyen sigortalı işlere yetişemiyorum Neriman

bakma sen işe gitmediğime

benim hayata da devamsızlığım var” *

Bir kaybolup bir ortaya çıkınca kimi dostların ‘karabatak’ benzetmesine mahzar oluyorum haliyle. Bazı türleri 45 metreye kadar dalabilen, daldıktan sonra nereden çıkacağı merakla beklenen su kuşuna.

‘Eti yenmediği için’ türünü sürdürebilen, her coğrafyada yaşayan, hem karada uçup hem dakikalarca su altında kalabilen karabatağa benzetilmekle kalmayıp karabatağın bizatihi kendisi olsam keşke… Gezginci türünden hem de.

*

Yazmadığım zamanlarda da yazıyorum ben oysa. Ama ‘bitse de gitsek, akşam olsa da yatsak’ gibi oluyor bazen, bazı yazılar. Atıyorum o zaman, çöpe gitmiş yazılar cehennemine. Kevser olup akan yazılar cennetine talibiz hep çünkü. Hem içimiz dökülsün, hem beğenilsin. Hem şoför arkası, hem cam kenarı, hem gölge, hem sıcak olsun.

E olmuyor tabii, gönlün yazı var, kışı var, bahar fışkırmıyor her yazıdan, diş kamaştırmıyor, oh be dedirtmiyor. ‘İnsan kendi kıyılarına vura vura kuruyan bir nehir midir Ahmet abi?’ diyen Edip Cansever’e kafa sallıyorsun içinden; at çöpe o zaman, yan kendi cehenneminde...

Celladını içinde taşıyan hayat’sa (***) akmaya devam ediyor, sen yazsan da yazmasan da. Cellatlarını çoğalta çoğalta, bıçaklarını bileye bileye hem de… Kendi türünü de yiyebilen Orklar hala aç, hala doymadılar; ‘büyülü yüzük’ kimbilir nerede? Hobit’e mi dönüşsem, keşke…

*

Ben yazmayı bırakalı, (içimdeki sesleri çöpe gitmiş yazılar cehennemine ataduralı) 3 ay falan olmuş. Murat Atilla söylenip duruyor da "Lâfı bile edilmez, mikroskobik bir zaman.” Ben yazmayınca tiraj düşmedi, zamlar hız kesmedi, düşünmek hala büyük suç, kadınlar bayram seyran demeden öldürülmeye devam etti, yoksullar sefillere dönüştü, kulaklarından dolar fışkıranlar semirmeye, siyasetçiler yalanlarına… Her şey 3 ay önce bıraktığım gibi. Hala dibini sıyırmayı sürdürüyorlar memleketin.

Ben yazmayı bıraktığımda içinden ‘zam, pahalılık, domates, biber, patlıcan’ geçmeyen bir cümle kurulamıyordu. Barış Manço’nun şarkısı gibiydi sosyal alemler. Domatesi, biberi kapan face’e dayıyordu fotoğraflarını, takı merasimi gibi geçitteydi sebzeler. Memleket yurttan sesler korosu, istek parça Gülden Karaböcek’ten ‘sürünüyorum’du, ki hala öyle. Haysiyet kırıcı yoksulluğun neferleriyiz hala.

“Yoksulluk, bizatihi haysiyet kırıcıdır. Geçim sıkıntısındaki insanın, geçim derdinden başka bir şey düşünmesi zordur. Başka bir toplum ve ülke ve insanlık meselesine, ortak iyiye, dünyaya kafa yorması zordur. Hakkının hukukunun peşine düşmesi, kendini söz sahibi vatandaş olarak görmesi zordur. Zorlaşır. Bu bakımdan, yoksulluk bir insan hakları sorunudur. İnsanın asgarî geçim şartlarının güvence altına alınması, onu bu halde koymamanın, onu hak öznesi olarak dikeltmenin koşuludur. Neoliberalizmin diş bilediği sosyal refah devleti fikri bu kabule dayanırdı.

Şimdi, her zaman bir eşitsizlik sorunu, her zaman bir yoksulluk sorunu olan hayat pahalılığının haysiyet kırıcılığına, onu hiçe sayan, onu yok sayan dilin haysiyet kırıcılığı ekleniyor.”(****)

*

Çalıntı sorular ile üniversiteye girmiş, oradan mezun ettirilmiş, tezgâha dizer gibi devlet kadrolarına yerleştirilmişlerin yönetimi de devam ediyor; ‘geliyor gelmekte olan’ın da ne getireceği meçhul. Tıpkı çalınan sorular gibi çalınmış umutlarımız, hayallerimiz, geleceğimiz aynı bıraktığım gibi, fazlası var eksiği yok hatta. Gün görmeden ihtiyarlayan gençler ordusuyla…

“Göğe baktım yerli yerinde

Haydutlar dalavereciler yerli yerinde

Vurguncular hayınlar vurdumduymazlar öyle

İyi dedim içim rahatladı

Düzen bozulmamış dedim sevindim..."(*****)

*

Kuşun yuvasına, ayının inine, yılanın deliğine, balığın suyuna, ağacın köküne, dağın yamacına, ‘Kuzey ırmaklarının köpüklü enseleri'ne, zeytine, zeytinin dalına, dalın yaprağına, yaprağın damarına dadananlar da aynı yerdeler. İster kâbus de, ister yaşam.

*

İçinde bunca hikâye varken

dilindeki bu sessizlik ne o zaman?

Yok, hayattan bıkmak falan değil benimkisi, canım sıkkın sadece. “Can sıkıntısı bir sağlık alâmetidir” diyen... “Dünyaya hâlâ dikkat eden ve teslim olmayan bir kalbi işaret eder. Ben canı sıkılmayanlardan, hayatla uzlaşanlardan ve zihni tıkır tıkır işleyenlerden daha çok çekiniyorum” diye düşünen birileri de var neyse ki…

*

Benimkisi vantrilokluk. Karnımdan konuşuyorum kendimden yarattığım karakterlerle. Bazen salak salak güldüğüm de olmuyor değil. O vakit Orhan Veli yetişiyor imdadıma. “Sokakta giderken, kendi kendime/Gülümsediğimin farkına vardığım zaman/Beni deli zannedeceklerini düşünüp/Gülümsüyorum” diyen dizeleri… Ya da Özdemir Asaf’ın ‘altro’su:

“şarkı söylüyormuşum

sokaklarda,

görmüşler.

yere yere bakıyormuşum

yürürken,

duymuşlar.

sonrasını kendileri uydurmuşlar.”

Ne var ki… İçime tünel kazıp kaçsam, yine kendimle karşılaşıyorum. Goy goy yapacak bir karakter de yok karşımda aksi gibi.

“Her ölüm, erken ölüm olduğu gibi, her doğum da erken doğumdur. Bebek içine doğmayı seçmediği bir kaosa düşer. Bir anlamda bütün insanlık prematüredir. Bu nedenle hep içine sığınacağı bir yere ihtiyaç duyar, kimse olmazsa, kendi içine..” Oktay Şılar hocam çözmüş işte. Kendi içime sığınmışım sık sık yaptığım gibi, ne var bunda Murat Attila, ‘yazı da yazı’ diye niye tutturursun ki?

*

Yaşamın ritmini kaçırınca, vücudun ritmi bozuluyor sanırım. Yarım asırdır 12’yi zor gören tansiyonun 14-15’lerde dans etmesi, bedenin bir çığlığı. Öncelikte bedensel nedenleri arayıp bana 20 binlik bakım yaptıran yoldaşım, güzel doktorum Tuncay Filiz, nezaketli şefkatiyle, uzattığım eli kavrıyor ‘paylaşmak ölümlü dünyanın amortisidir’ sözünü hatırlatıyor sanki. 70’li yıllardan dostluğumuz hala baki, anılarımız hala canlı, ne güzel…

*

Şiirlere, şarkı sözlerine sığınıyorsam… Ana rahmine döner gibi dibe dalıyorsam…

Birhan Keskin’in dediği gibi; “Her gün kalbimin sızladığı bir memlekette yaşamaktan yorgunum” sadece.

‘Günlük konuşmaların fatura ederine dönüşmesinden’ yeni bir şey söyleyememenin sancısından, küçük sevinçlerimizin dahi çalınmasından, anlık mutluluklarımdan dahi utanıyor olmaktan ölesiye yorgunum. Hepsi bu…

“Memleketin telleri paslanmış

Kirli çamaşırlardan.

Ölebilecekken ölmeli insan.

Kirletenin inadı inat götü iki kanat

Kirletilen itaate sığınır kıt kanaat.

Lohusa kadın gördüm düşümde.

Sevinçli haber diyor hayra yoranlar

Gebersin artık karaltısı kalkasıcalar.” (Yusuf Eradam/ Oktavyüs Falı)

*

(*)Tiziano Scarpa

(**)(Reşid Çayovan)

(***) (Emirali Yağan- “Ömrün Final Sahnesi” şiirinden)

(****)Tanıl bora, birikim mayıs

(*****)Turgut Uyar

(Tüketici Birliği Federasyonu’nun “Yaşasın Tatil” isimli kamuoyu araştırmasına göre, vatandaşların yüzde 69,7’sinin tatile çıkmak için bütçesinin yeterli olmadığını belirtiyor. Son bir yıl içinde tatile gidemeyenlerde en büyük pay da Z kuşağını ait. Z kuşağının yüzde 89’u tatile gidemiyor.)