Balkondaki sardunyamı sularken saksının kenarına gömülmüş bir ceviz gördüm. Su toprağı hareketlendirmiş, çok derine gömülmemiş ceviz kendini belli etmişti. Böylece saksının çevresinde, rüzgâr nedeniyle döküldüğünü düşündüğüm toprağın da nereden geldiği anlaşılmıştı. Bir ziyaretçimiz vardı.

Sabahları seslerini erken saatlerde duymakla beraber evin yakınındaki elektrik direğinde de sık sık komşuluk etmiştik, ediyorduk. Bazen tıkırtıları duyar, ne oluyor diye düşünerek çıkardım balkona. Sonra gagasındaki yiyeceğini ve onu parçalama çabasını görünce de rahatsız etmeden içeri girerdim. Geçen gün de karşı apartmanların balkonlarından birinde görmüş, “Ne kadar da yaklaşmış” diye düşünmüştüm. Belli ki biz de yakın olmuştuk şimdi.

Mahallemizin bir veya birkaç kargası var anlaşılan. Onları pandeminin başlarında evlere kapandığımızda daha çok görüyordum aslında. İnsanların sesini kısıp, hareketini sokaktan alınca meydan diğer canlılara kalmıştı. Hem daha çok görünüyorlar hem de daha çok duyuluyorlardı.

Bense belirli bir sebebi olmamasına rağmen göz göze gelmemeye çalışırdım kargalarla. Muhtemelen bunun içinde karganın karanlık bir figür olmasının, kin beslemesinin, saldırmasının, intikam almasının ve halk arasında anlatılan hikâyelerinin payı var. Çok bilinçli bir davranış olmasa da bilinçaltımıza işlemiş örüntülerin, hikâyelerin sonucu… Nitekim bir karga öldürülürse diğerinin gelip onun intikamını aldığını, yüzleri unutmadığını, kin besleyebildiğini, Kadıköy Rıhtım’ın kalabalığının içinde arkadaşımın renkli beresine saldırdığını biliyorum.

Karga ve kuzgun birbirinden farklı kuşlar olsa da akrabalıkları zihnin çağrışımını tetikliyor. Dolayısıyla aklıma Poe’nun Kuzgun’u geliyor; ölümün, gizemin ve yasın şiiri… Bir gece bir kuzgunun kederli ve âşık bir adımı ziyaretini anlatan dizeler Poe’yu bir yazar olarak daha görünür kılmış, dikkat çekmesini sağlamış. Hatta Poe’nun daha sonra şiirin yazım sürecini anlattığı, mühendislik ve matematik harikası bir makale de var ki onun ne kadar titiz çalıştığını gösteriyor. Poe’nun Kuzgun’u evrensel bir simge artık; acının, yasın simgesi…

Zihnimin çağrışımını kargaya geri çekiyorum. Habil ve Kabil’in hikâyesine geliyor sıra. Habil’i öldüren Kabil kardeşinin cansız bedenini ne yapacağını bilemez. Yanına ağzında bir karga ölüsüyle gelen bir karga ona yol gösterir. Karga ölüsünü toprağı kazıp gömer, Kabil de ne yapması gerektiğini öğrenmiş olur.

Kabil burada bir karga kadar olamadığını düşünse de kargalar epey zeki hayvanlar. Çabuk öğreniyorlar. Zamanı tahmin ediyorlar. Yüzleri hatırlıyorlar. Bir karganın öldüğü evi unutmuyorlar. Kin tutabiliyorlar.

Edebiyatta ve hikâyelerde de onların karanlık, serseri, gizemli, gururlu ve sert mizaçları var. The Crow filmini anmadım ama bilirsiniz onun hikâyesi de epey ilginç.

Mahallemizde yaşayan kargalara gelince… Bir arkadaşımın balkonuna her gün gelen ve arkadaşımın verdiği cevizi alıp giden ve böylece aralarında tatlı bir dostluğun oluştuğu kargayı da anlatmadan geçmeyeyim. Çünkü sardunyamdaki ceviz, bana önce bu dostluğu hatırlattı. Ardından da karganın ve karga imgesinin temsillerinde gezindim.

Sardunyayı suladıktan sonra cevizi, bulduğum yere güzelce yerleştirdim. Çok derine gömmemek için yüzeyde bıraktım. Geldiğinde bulabilsin. İçimde huzurla içeri girdim sonra… Çünkü doğa diyerek kendimizi ayrıştırdığımız şeyin içinde yaşam var, ilişki var, bağlar var… Bilinçaltımıza kazınmış hikâyeler bugünkü davranışlarımızı şekillendirirken yaşam bize rağmen devam ediyor ve içine karışıp kendimizden başkalarıyla, öteki dediklerimizle iletişime geçmek daha büyük bir bütünün parçası olarak yaşadığımızı hissettiriyor.