İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı, Cumhuriyet Halk Partisi’nin yetkili organları tarafından belirlenmiş, partinin adayı olarak seçimlere katılmış ve bu göreve seçilmiştir.

Dolayısıyla yalnızca yerel yönetim sorumluluğu taşıyan bir figür değil; aynı zamanda partisini temsil eden bir siyasi aktördür. Bu nedenle partinin kurumsal hiyerarşisi ve politik ilkeleriyle uyum içinde hareket etmesi beklenir.

Ancak kamuoyuna yansıyan gelişmeler, başkanın partisiyle –özellikle Genel Merkez, il yönetimi, milletvekilleri, büyükşehir bürokratları ve ilçe belediye başkanlarıyla olan ilişkilerinde– “başına buyruk” bir tavır sergilediğini göstermektedir. Bu durum, parti içi işleyişte ciddi rahatsızlıkların oluşmasına neden olmakta ve kurumsal uyumu zedelemektedir.

Özellikle sosyal demokrat bir partinin belediye başkanının, sendikalarla kurulması gereken doğal dayanışma ilişkisine mesafeli, katı ve zaman zaman çatışmacı bir tutum içerisinde olduğu gözlemlenmektedir. Oysa işçiler ve onların örgütlü yapıları olan sendikalar, Cumhuriyet Halk Partisi’nin tarihsel toplumsal tabanının önemli bir parçasıdır. Bu nedenle toplu iş sözleşmesi, grev gibi meşru hak arayışlarının yönetilmesinde, uzlaşı ve diyalog esas alınmalıdır. Aksi halde, yerel düzeyde yaşanan bu tür gerilimler, Türkiye genelinde partinin emekçiler nezdindeki algısını da olumsuz etkileyebilir.

Elbette her siyasetçinin kişisel düzlemde bazı aktörlerle sorun yaşaması doğaldır. Ancak başkanın yalnızca bireysel birkaç isimle değil; partinin iki ayrı Genel Başkan Yardımcısı, milletvekilleri, il ve ilçe örgütlerinin tamamıyla iletişim kanallarının zayıf olduğu ve parti yönetimiyle sürekli bir gerilim hattı içerisinde bulunduğu dikkate alındığında, bu tablo kişisel değil, yapısal bir sorun halini almaktadır. Bu durumda, başkanın kendi pozisyonunu sorgulaması ve bir öz eleştiri sürecine girmesi gerektiği açıktır.

Dikkat çeken bir diğer husus ise, belediye başkanının basın üzerinden mesaj vererek, partisiyle olan sorunlarını kamuoyu önünde tartışmasıdır. Bu yaklaşım, kişisel popülariteyi kurumsal kimliğin önüne koymak anlamına gelir ki, siyasi partiler açısından oldukça tehlikeli bir zemin yaratır. Zira yaklaşan genel seçimlerde yarışacak olan kişi değil, partidir. Bu tür çıkışların, seçmende partiye yönelik kafa karışıklığı ve güven erozyonu yaratma riski göz ardı edilmemelidir.

Son olarak, bir kenti beş yıl yönetecek yerel yöneticilerin belirlenmesinde, sadece teknik yeterlilik değil; partinin ilkeleriyle uyum, kurumsal iş birliği kültürüne açıklık ve halk nezdinde karşılık bulabilecek bir siyasal duruş da esas alınmalıdır. Aksi halde, özensiz tercihler yalnızca yerel yönetim başarısını değil, partinin genel siyasi performansını da olumsuz etkiler.
Bugünkü tabloya bakıldığında, İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı’nın hem partisiyle olan ilişkilerini gözden geçirmesi, hem de emekçilerle yaşadığı gerilimlerde daha özenli, ilkeli ve sosyal demokrat kimliğe uygun bir yaklaşım benimsemesi gerektiği açıktır. Aksi halde, bu durum yalnızca İzmir’de değil, Türkiye genelinde Cumhuriyet Halk Partisi’nin kurumsal yapısını ve toplumsal desteğini zayıflatma riski taşımaktadır.