Ülkemizde geçmişten bu yana artan üretici maliyetleri ve gıda fiyatları, küçük üretici çiftçilerin koşullarını ve gıda güvencesini giderek daha da zayıflatıyor. Endüstriyel tarım ve gıda sisteminin etkisiyle gıda güvenliği, insan sağlığı ve ekolojik denge üzerindeki aşındırıcı etkiler ağırlaşıyor. Kovid-19 pandemisi ile tarım ve gıda alanındaki kırılganlıklar belirginleşti, gıda güvencesi ulus devletler için ulusal güvenlik meselesi haline geldi. Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ise gerek tarım ve gıda üretiminin girdi fiyatlarını artırıcı etkisi gerekse Rusya ve Ukrayna’nın iki büyük tarımsal aktör oluşu sebebiyle hali hazırda süregelen gıda krizini çeşitli başlıklarda derinleştirdi. Fosil enerji kaynaklarına dayanan üretim ve ulaşım sistemi, maliyetleri ve gıda fiyatlarını hızla artırmaya devam ediyor.

Bir yandan küçük üretici çiftçiler bitkisel ve hayvansal gıda üretiminin dışına itilirken, geleneksel tarımsal üretim potansiyeli yok oluyor; endüstriyel tarım ve gıda sisteminin her aşamasını ele geçiren çokuluslu şirketler, toplumsal değerin yaratıcısı emekçi halkları ve üreticileri kendilerine daha da bağımlı hale getiriyor.

Çok yönlü pek çok neden ve etken sebebiyle derinleşen gıda krizine yönelik itirazlar artsa da merkezi devlet düzeyinde kamunun “idare edici” müdahalesi ise hiç bir fark yaratmıyor.

Örneğin, anaç hayvanların kesime gönderilmesiyle gündeme gelen süt krizine yönelik “idare edici müdahale” yapan Tarım Bakanlığı, çiğ sütte 20 kuruş olan prim desteğini 80 kuruş artırarak 1 TL'ye çıkardı. Fakat ağırlaşan maliyetler göz önüne alındığında bu artışın anaç hayvanların kesime gönderilmesinin önüne geçemeyeceği ortada. Türkiye’nin süt üretim potansiyeli yok olmaktayken yapılan bu cılız müdahale, bir grup çıkar çevresinden ibaret olan AKP/Saray kleptokrasisinin ele geçirdiği merkezi devlet olanaklarından gıda krizine yönelik bir gerçek müdahale beklemenin boş bir hayal olacağının açık bir kanıtıdır.

Diğer yandan, AKP/Saray kleptokrasisine rağmen, muhalefetin yerel iktidarlarının gıda krizinin çeşitli yönlerine müdahale ederek tüketicileri ve üreticileri koruma gayretleri devam ediyor.

Yine hayvancılık ve süt üretiminden bir örnek verecek olursak, İzmir Büyükşehir Belediyesi, Mera İzmir projesi ile sınırlı otlak alanları, yem maliyetlerinin yüksekliği ve süt alımlarındaki düşük fiyatlar nedeniyle zor günler geçiren çobanlara sağladığı desteği hatırlatabiliriz. Bergama, Kınık, Seferihisar, Urla, Güzelbahçe ve Çeşme’de 535 çobanla süt alım sözleşmesi imzaladıklarını ve üreticiye 3 milyon lira avans verdiklerini söyleyen İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer, “Piyasada 7 lira olan koyun sütüne 11 lira, 5 lira olan keçi sütüne ise 10 lira bedel belirledik. Süt alımlarımıza Seferihisar’dan başladık. Nisan ayında Bergama, Kınık ve Menemen’den üreticilerimizden süt alacağız” diyerek aktarıyor yaşama geçirdikleri projeyi.

Köklü bir tarihselliğe ve sistemik temellere dayanan toplumsal sorunlara müdahaleler, elbette aşamalandırılmış ve stratejilendirilmiş yöntemsel bütünlüğe ihtiyaç duyar. Hem üretici hem tüketici emekçi yığınları güçlendirmek hem de sorunun temelinden çözecek köklü değişimleri tetiklemek ve yönetmek gerekir. Sadece İzmir Büyükşehir Belediyesi değil, büyüklüğü ve siyasi rengi fark etmeksizin her yerel yönetimin kendi gücü ve kapasitesiyle orantılı olarak gıda krizinin çeşitli sorun başlıklarına yönelik müdahalede bulunarak üreticileri ve tüketicileri desteklemesi, hele ki AKP/Saray kleptokrasisinin ele geçirdiği merkezi devletin yokluğunda, gayet olumlu çalışmalar olarak değerlendiriliyor.

Fakat ölçeğinden ve kapasitesinden bağımsız olarak, hangi yerel yönetim ne yaparsa yapsın, üreticiye ve tüketiciye nefes aldırır, ama gıda krizinin derinleşerek çeşitli yönlerden toplumsal yaşamı imkansızlaştırmasının önüne geçemez. Bunun için yerel, bölgesel, ulusal ve enternasyonel düzeylerde tarım ve gıda alanının değerini yaratan ve temsil adaletine sahip gerçek öznelerinin katılımı ve belirleyiciliğinde yeni bir süreci başlatmaya ihtiyacımız var. Doğayı, üreticiyi, türeticiyi ve tüm ekosistemi gözeten agroekolojik bir ufukla; gıda güvencesini, gıda güvenliğini ve gıda egemenliğini hedefleyen bir gıda hareketine ihtiyacımız var. Kırıntıları değil, tüm yaşamı talep etmeye ve özgürleştirmeye ihtiyacımız var!