Neoliberalizm çöktü. En sağından en soluna kadar tüm siyasi yelpazenin üzerinde hem fikir olduğu bir nokta bu. 1990’ların başında savaşların ve tarihin sonunu getireceği iddiasıyla ilan edilen kapitalizmin anlı şanlı “neo” yani “yeni” versiyonu 30 yıl bile dayanamadı. Geldiğimiz noktada yerel savaşlar bölgesele evrildi. Orta sınıfın çökmesiyle bittiği iddia edilen işçi sınıfının toplum içindeki oranı tarihte görülmemiş oranlara ulaştı. Eğitim önceden sınıf atlamanın bir dayanağı iken artık eğitimli proleter olmayı sağlayan bir ara kademe. Orta sınıfların aşağıya doğru itildiği, sınıfsal ayrımın giderek derinleştiği hem zenginliğin hem de yoksulluğun boyutlarının her geçen gün devasa olarak büyüdüğü bir süreç…

Ünlü İtalyan komünist ve ideolog Gramsci’nin meşhur pasajında dile getirdiği gibi “eskinin öldüğü ama yeninin doğamadığı bir canavarlar zamanı…”

Uzak bir gelecekte yaşanacağı beklenen iklim krizinin üzerimize çökmesi insanlığı nasıl gafil avladıysa, ekonomik ve siyasal sistemlerin çöküşü de özellikle orta sınıfları “şok”a sokmuş durumda. 90 yıllardan bu yana hem ideolojik hem de fiili saldırılarla örgütleri ve sendikaları dağıtılan, iğdiş edilen işçi sınıfı ve emekçiler bu canavarlar zamanına son derece hazırlıksız ve korunmasız yakalandılar.

Karanlık çöküş dönemlerinde kapitalizmin hizmetine koşulmaya hazır bekleyen “bekçi köpeği” faşizmin dünyanın dört bir yanında baş göstermesi o yüzden şaşırtıcı değil. Hindistan’dan Brezilya’ya Macaristan’dan Türkiye’ye yayılan otoriter rejimler, en son Fransa seçimlerinde aşırı sağın yüzde 40’ı geçen oy oranlarına ulaşması bu ölümcül hastalığın semptomları arasında sayılabilir.

Krizlerin ve savaşların faşizme yol açması yeni bir olgu değil. Yeni olan emekçilerin bu süreçte adeta seçeneksiz durumda olmaları. Geçmişte sonu faşizme çıksa da her ülkede işçi sınıfı ve sosyalistler güçlü bir seçenek olarak faşizmin karşısına çıkmışlardı. Bugün eksik ve ürkütücü olan yan bu.

Milyonlarca insanın, çoğu eğitimli olmak üzere işsiz gezdiği, iş bulanların oldukça kötü şartlarda ve düşük ücretle çalıştığı ülkemizde de öne çıkan seçeneklerin İslamcı faşizm ve faşist tonlara hemen kayabilecek (son mülteci tartışmalarında görüldüğü üzere) unsurları bünyesinde barındıran, ekonomiye TÜSİAD programı dışında bir alternatif sunamayan “millet ittifakı” olması bu açıdan çok kaygı verici.

ÜÇÜNCÜ SEÇENEK

Emekten ve demokrasiden yana olan güçler ise henüz gerçekçi bir seçenek olarak emekçilerin karşısına çıkabilmiş değiller. En son “gezi davasına” verilen cezalarda görüldüğü gibi bu ülkenin emekçilerinin seçimi beklemek gibi bir lüksü yok. Yoksulluğun, açlığın, baskıların her gün katmerlendiği ülkemizde insanlara 'seçimi bekleyin, bu çile bitecek' demek bu açıdan son derece anlamsız. Emekçiler bilir ki seçimler gerçekten bir şeyleri değiştirseydi yasaklanırdı. Ancak yine bildiğimiz bir şey var ki seçimler emek ve demokrasi mücadelesinde son derece önemli işlevler de üstlenebilir. Sadece siyasal partilerle sınırlı olmayan emek örgütlerinin, sendikaların, derneklerin içinde yer almadığı bir halk ittifakı olmazsa İslamcı faşizm seçimi kaybetse bile kazanan emekçiler olmayacaktır.

Türkiye’nin içinde bulunduğu krizden çıkması için burjuva kapitalist paradigmanın dışında kamucu bir ekonomik modeli uygulamaya koyma iradesi gösterecek bir halkçı yönetime ihtiyacı vardır. Bu yüzden seçimi de hedefleyen ama asıl olarak kapitalist sisteme karşı mücadeleyi örgütleyecek bir 3. seçeneğin müjdecisi olması durumunda 1 Mayıs anlamına uygun bir güne dönüşecektir. İşçi sınıfının burjuvaziye karşı meydan okuma günü olan 1 Mayıs’ta emekçiler bir burjuva fraksiyonuna karşı diğerini destekleyerek değil kendi seçeneklerini güçlü bir şekilde ortaya koyabilirlerse 1 Mayıs da anlamına ve tarihine yakışır bir şekilde kutlanmış olacaktır.