Yaşlandıkça daha mı alıngan oluyorum, yoksa düzen zaten böyle mi; bir süredir bunu düşünüyorum. Beni bu soruları düşünmeye, hem de kederlenerek düşünmeye iten, gündelik yaşam içindeki küçük anlar, yaşam parçacıkları…

Malum, kitaplarımız yayımlanıyor. Yayınevleri, yapılan sözleşme gereği kitaplarımızdan duruma göre 10-15 tanesini “yazar hakkı” adı altında bize de gönderiyor. Ben, üç-beş tanesini torunlarım ve çok yakınlarım için kendimde tutuyor, geri kalan birçoğunu çevremdekilere ikram ediyorum. Doğal olarak ikram ettikten bir süre sonra birkaç cümlecik olsun geri dönüş almak istiyorum. O geri dönüşün illâ da övgü olmasını bekleyecek kadar acemi değilim; eleştiri de almak istiyorum. Fakat heyhat, ikram ettiklerimin birçoğunun zahmet edip okumadıklarına tanık oluyorum. Kimisi zevahiri kurtarmak için “Şöyle bir baktım ama henüz tamamını…” diyor, kimisi yan gelip çamura yatıyor filan. İşte pişmanlığım o zaman başlıyor. Kaç kez “Bir daha mı? Artık kitap vermek yok!” diyorum, diyorum ama bir biçimde olmuyor, olamıyor. 

Bazen de bazı köy okullarına 30-40 tanesini kargo ile gönderiyorum. Pes yani, başta okul müdürü olmak üzere bir tanesi telefon açıp teşekkür bile etmiyor. Bu “tip”lerin yetiştireceği öğrenciler de onlara benzerse yandı gülüm keten helva. 

Beni düşündürüp kederlendiren başka bir not: Eskiden yayıncı kısmı -galiba kendileri de üdebadan oldukları için- kibar, içtenlikli, incelikleri kollayan kişiler olurlardı. Kitaplarını ya da yazılarını yayımladıkları yazarları arada bir arayıp hal hatırlarını sorar, belirli zamanlarda, sözgelimi yazarın doğum günü, yılbaşı vs. küçük hediyeler gönderirlerdi. Kalmadılar, yok olup gittiler. Hiç unutmam, sık sık da örnek veririm: 30 yıl kadar önceydi. Edebiyat dergisi çıkarmak için kolları sıvayan biri, haber salıp İzmir’de yaşayan edebiyatçıları bir yerde topladı. Ben de katıldım. Beyefendi, dergisi hakkında bilgi verirken bir ara yanına biri geldi. Dergici Beyefendi, cebinden bir tomar para çıkarıp ona verdi. Ben, parayı alır almaz ayrılan kişinin matbaacı ya da kâğıtçı olduğunu tahmin ettim. Nitekim toplantının sonuna doğru, “Yazarlarınıza telif olarak ne vermeyi düşünüyorsunuz?” diye sordum. “Vermeyeceğiz,” dedi. “İyi ama az önce matbaacıya ya da kâğıtçıya ödeme yaptınız, yani onunki emek de yazarın emeği yok mu?” dedim, “Bu durumda derginizi yazarsız çıkarmanız gerekmez mi?”

Geçenlerde bir yayıncım, bundan böyle grafikere de telif vereceğini, o yüzden bana verdiği teliften birkaç puan kırpması gerektiğini söyledi. Türkçesi: Grafiker, benim telife ortak olacak! “Peki o grafiker imza ve söyleşi günlerinde benimle birlikte zırt oraya zırt buraya koşacak mı,” diye sordum. Yanıt “Tısss” tabii. 

Yaa, gördünüz mü, kirlilikten payını almayan neredeyse kalmamış.