Tek adam rejimi olarak devam eden AKP döneminde, işçilerin, halkların, gençlerin, kadınların tüm örgütlenme biçim ve araçları saldırıya uğradı veya ortadan kaldırıldı. Hal böyle olunca geniş halk kesimlerinin görece “siyasete” katılımı “oy verme” işlemi ile sınırlandırıldı. Halkın reflekslerini, nabzını yüz yüze temas dışında gözlemleme alanları da giderek zayıfladı. Seçime yönelik tartışmaların puanlar, yüzdelikler üzerinden devam etmesinin bir nedeni de bu.

İşçiler ve emekçiler başta olmak üzere halkın özlemleri, duyguları, refleksleri, konumu vb. dikkate alınmadan, “şu kadar oy şu adaya kayar mı” gibi basit matematik hesaplarıyla seçim sonuçları “kurgulanma”ya çalışıldı-çalışılıyor. Oysa üstatların söylediği gibi politika aritmetikten çok cebire ve de basit matematikten çok yüksek matematiğe yakındır.

Deprem felaketi dikkate alınarak yürütülen tahminlerin, yolsuzluk videolarının ortaya saçılmasına rağmen “değişmeyen” olarak görülen “oy” tercihlerinin, ekonominin kötü gidişatının dolaysız olarak tercihleri etkileyeceği yönünde indirgemeci yaklaşımların “hüsrana” uğramasının bir nedeni de “basit matematikle” sınırlı yaklaşım olmasıdır. Elbette bu sürdürülen tartışmalar “anlamsız” değildir ve gerçeğin bir kısmına işaret edebilmektedir. Yine de seçimlerin yarattığı siyasal ortamın, ölçmenin ve sınamanın, anket ve tahminler üzerinden geçemeyeceği, karmaşık ve çok yönlü bağlantıları içeren sosyal ve siyasal bir süreç olduğu kendisini yeniden göstermiştir. “İçinde yaşadığım, bir parçası olduğumu sandığım toplumu doğru okuyamamışım” diyen T24 köşe yazarı Mehmet Y. Yılmaz’ın, “Bu saatten sonra analiz yapmayı bırakacağım” demeye götüren de böylesi bir sürecin parçasıdır. 

Elbette sosyal ve siyasal süreçlerin, karmaşık olması nedeniyle açıklanamaz olduğu sonucuna varılamayacağı gibi tahminlere sıkıştırılamayacağı da anlaşılmıştır. Sorunun üzerine belki farklı farklı alanlardan makaleler yazılabilir, sempozyumlar yapılabilir. Ancak işin bir boyutuna, “parçası olduğu toplumu” okuyamama yönüne değinmenin iyi başlangıç olacağını düşünmekteyim.

Her ne kadar klasik bir tanım gibi gelse de halkla-toplumla güçlü bağların kurulması ancak şöylesi koşullarla mümkündür:

*İşçi ve emekçilerin-halk kesimlerinin tam ortasında, onların içerisinde yaşamak,
*Onların duygu halini anlamaya gayret göstermek, ruh halini bilmek,
*Böylesi bir kutuplaşma ortamı olmasına rağmen onlara yaklaşabilmek,
*Güvenlerini kazanmak,
*Kolektif örgütlenme biçimlerine ve deneyim kazanmalarına yardımcı olmak,
*Seçim süreci veya göçük gibi işçi katliamları olunca, işçi ve emekçileri hatırlamak-tartışmak yerine gündelik ritmine dahil olabilmek veya okumak,
*Somut durumun, somut tahliline “duyguları” da değerlendirerek, duyguları katmamak… 

“Toplumdan kopuk” değerlendirme, Mehmet Y. Yılmaz’la sınırlı değildir, “yazar, çizer” olarak anılan insanlara sirayet ediyor veya etmiştir. Asım Bezirci’nin seneler önce, “Yıllarca ben kitlelerden çok aydınlar için yazmışım! 1955’lerden beri dergilerde, kitaplarda çoğunlukla sayılı kitapsever aydınları ilgilendiren konuları genellikle onların anlayabileceği biçimde ele almışım. Gerçi sözü geçen konuları bilimsel sosyalizm ışığında aydınlatmaya; edebiyat alanındaki biçimci, bireyci, gerici davranışlar ile sapmaları, yanılgıları eleştirmeye; elimden geldiğince açık, yalın, duru bir anlatım kurmaya çalışmışım. Fakat yazdıklarımı işçiler de yeterince anlar mı, sever mi, önemser mi diye kaygılanmamışım… Şimdi kaygılanıyorum. Artık kendimi değiştirmek, aşmak istiyorum…” sözleriyle yaptığı tespit ve özeleştiri de göstermektedir ki yaşanan sorun köklüdür ve bugünün koşullarıyla sınırlı değildir. “Yazdıklarımı işçiler de yeterince anlar mı, sever mi, önemser mi” diye kaygılanmaya başlamak da “toplumu neden anlamadık” diye kafa yormak da “seçim süreci” olarak kodlanan sosyal-siyasal sürecin bir parçası ve köklüdür. Uzatmayalım. Kıssadan hisse, yöntem ve metot üzerine düşünmeli!