Alsancak’taki Penguen Kitabevi’ne uğrayıp da elim boş döndüğüm vaki değil; bunu beni yakından tanıyan herkes bilir. Fransız yazar Annie Ernaux’un Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldığını duyar duymaz soluğu Penguen’de aldım. Ernaux’nun Boş Dolaplar ile Seneler’i vardı. Boş Dolaplar’ı Alsancak’tan Karşıyaka’ya dönerken İzban’da okumaya başladım.

Geçen gün kadim dostum Salim Çetin’e de söyledim: Nitelikli yazarların eserlerini okuduğum zaman içimden “Ben hiçbir zaman böyle biri olamayacağım!” diye söylenip duruyor, kendi kendimi kahrediyorum” Tabii yalnız o değil; özellikle Saramago’nun romanlarını okurken kendimi yerden yere vurduğumu hatırlıyorum, “Bunları neden ben yazmadım!” diye.

Benim kıskançlığım böyle bir şey işte. Birileri benden daha varlıklıymış, yüksek mevkilerdeymiş, çok yakışıklıymış, iki parmağı arasında ceviz kırabiliyormuş; hiçbirine özenmem, umurumda bile olmaz. Fakat nitelikli metinlerin yazarlarına gıpta ederim.

Fakat “nitelikli yazar” dediğim Cortazar’dan tutalım Marquez’e, T. Bernhard’tan tutalım Dostoyevski’ye ve onlar gibi nicelerinin yazma edimlerinin arkasına baktığımda gördüğüm, bu yazarların aynı zamanda nitelikli birer okur olduklarıdır. Yani, okuma edimiyle edinilen uzun, derinlemesine bir birikim süreci…

Nitekim geçenlerde iki kitabını edinip okumaya başladığım Nobel ödüllü yazar Annie Ernaux da kendisiyle yapılan bir söyleşide, “Okumak beni kendi insanımdan, onların dilinden, hatta onların sözcüklerinden başka sözcükler kullanan kendimden bile ayırıyordu. Ama kendimi özdeşleştirdiğim sözcükler aracılığıyla beni bilmediğim dünyalara da bağlıyordu. Okumak budur işte: Ayırır ve bağlar” diyor.

Benzerini Hilmi Yavuz da -hatırlarsınız belki- Budalalığın Keşfi adlı eserinde söylüyordu: “…çünkü hakiki bir entelektüel, her zaman özerk bir zihnin ceremesini çekmek, onun bedelini ahbap-çavuş birlikteliklerinden dışlanarak ödemek durumundadır. (...) özerk zihin, herhangi bir ideolojiye peşin hükümlerle bağlanmayı değil, ama bütün ideolojileri özümleme, kuşatarak içine alma ve hepsiyle bütünleşmeyi öngörür. (...) Ahmet Hamdi Tanpınar, zihin özerkliğinin hiçbir mânâ ifade etmediği hantal bir yarı-aydın zeminde, elbette kaale alınmayacaktı. Kendilerini önceden verilmiş formatlar içinde düşünmeye(!) alıştırmış bir sığ çevrede, Dünya bilincindeki yoğunlaşmayı çok önceden görebilmiş bir 'sahih' entelektüelin 'tutunamayanlardan' biri olmasına elbette şaşmamak gerekir."

Hiç olmazsa yazdığı türden temel eserleri bile okumadan yazmaya soyunan ham ervahlara, edebiyatın kendisiyle başladığını zanneden cahil cühelaya bakmayın siz. Kimse gezmeden seyyah, okumadan kâtip olamaz. Nitelikli bir yazar olmak istiyorsanız bunun yolu bilinçli ve sürekli bir okur olmaktan geçer. Nâzım’ın dediği gibi, “evirip çevirip, göze girmekle olmaz!”