İtalyan edebiyatının en önemli yazarlarından Dino Buzzati’nin Tatar Çölü (İletişim Yayınları) adlı romanı, günümüz koşullarına da uzanım çekmesi açısından önemli. Huzurun, sevginin, barışın bir gün şu dağların ya da önümüz sıra uzanıp giden ve nerede biteceği belli olmayan coğrafyanın neresinden ve ne zaman geleceğini bilemeyiz. Sadece umut ederiz. Umudumuzu yıllar boyu içimizde büyütür, yalnızlığın o karanlık mahzeninde saklarız. Tatar Çölü tam da bunun romanı: Hayat sizi hiç tasarlamadığınız bir coğrafyaya savurur ve hiç istemediğiniz halde orada yıllarınızı geçirebilmeniz için o zamana değin hiç tanımadığınız bir umutla saklar. Ben okumakta geç kaldığımı itiraf etmeliyim, ama benden önce okumuş olanlar bilirler: Genç teğmen Giovanni Drogo, Tatar Çölü denen Bastiani Kalesine atanır. Uzun ve çileli bir yolculuktan sonra vardığı yerde uzun süre kalacağını düşünmemektedir. Fakat kaledeki subaylar ona kuzeydeki çölden Tatarların gelebileceğini, onlarla savaşıp zafer kazanmanın kendisi için de iyi bir kariyer olacağını söylerler. Nitekim onlar da kaleye güya kısa bir süreliğine gelmişlerdir ama işte sonuçta yılları burada geçip gitmiştir: “Onların talihleri, serüven, herkesin yaşamında en az bir kez çalan o mucize anı, kuzeyden gelecekti. Zamanla gitgide belirsizleşen bu uzak olasılık uğruna, koskoca yetişkin adamlar yaşamlarının en güzel bölümünü burada tüketiyorlardı. Onlar, herkesin yaşamına, sıradan insanların mutluluğuna, vasat bir yazgıya alışmamışlardı; birbirleriyle yan yana ve gerçekte bilincine varamadıklarından ya da sadece ruhlarının kıskanç çekingenliğiyle birer asker olduklarından, hiç sözünü etmeksizin aynı umutla yaşıyorlardı.”(syf. 56-57)

Oysa, “Eski umutların, savaş hayallerinin, kuzeydeki düşmana ilişkin beklentilerin artık sadece insanların yaşama bir anlam vermek üzere uydurduğu gerekçeler olduğu kesin olarak kabul görüyordu. (syf.169)”

Genç Teğmen G. Drogo, bir süre sonra iki ay izinli olarak kente iner. Arkadaşı Francesco’nun kız kardeşi Maria’yı görmeye gider ve müthiş bir hayal kırıklığına uğrar. Çünkü Maria’nın “Ah Giovanni, nihayet geldin!” sesini duyar duymaz aradan geçen zamanın farkına varır: Artık ne o eski Drogo’dur, ne de Maria eski Maria’dır. Kendisi de zaten o geride bırakıp gittiği dünyaya ait olmadığını anlar. İçgüdüleri, dört yıl sonra bu “dünya” ile yeniden uyuşmaktansa kaleye dönmenin daha akıllıca olduğunu söylüyordu. 

Kaledeki yaşamına döndükten sonra “kuzeyden gelmesi muhtemel düşmanlar”ı umutla beklemeyi sürdüren Drogo, bir süre sonra hastalanır. Aradan geçen otuz yılda eski subay arkadaşlarının birçoğu kaleyi terk etmiştir. Oysa kuzeyden ne gelen vardır ne de giden… Ara sıra bazı gölgeler oynaşmaktadır fakat kimse ne olduğunu kestirememektedir. Drogo, buranın yalnızca ülkesinin değil, insanlığın da sınır bölgesi olduğunun farkına varır, ancak artık dönüş yolu kapanmıştır. “İnsanın tek başına olduğu ve hiç kimseyle konuşmadığı zaman bir şeye inanması çok zordur. İşte tam o dönemde, Drogo, insanların her zaman birbirlerinden uzakta olduğunu fark etti, birisi acı çektiğinde acısı sadece kendisine ait oluyor, hiç kimse o acıyı birazcık olsun dindiremiyordu; bir insan acı çektiğinde duydukları sevgi ne denli büyük olursa olsun, diğerlerinin bu yüzden acı çekmediklerini ve yaşamdaki yalnızlığı işte bu durumun oluşturduğunu fark etti.” (syf. 193)

Günümüzde de öyle değil midir? İnsanları muhtemel bir ya da birkaç düşman varmış gibi göstererek, yani korkutarak yönetmeye kalkan otoriter yöneticiler yok mudur? Böyle yaparak yönettiklerini sandıkları insanları yalnızlığın karanlık çukurunda boğmuyorlar mı? Acıdan başka verebilecekleri ne vardır?

Dino Buzzati’nin Tatar Çölü, uzanımlarını günümüz koşullarında da görebileceğiniz bir roman.