İnsan unutan bir varlık. Üstelik yaşadıklarının tümünü de unutma kapasitesine sahip. Evet, herkesin anıları var ancak anıların yaşandığı andan hatırlandıkları ana kadar epey değiştikleri de bir gerçek. Ancak olaylar yaşanıp bitse de – hatta biz onları unutsak da onların etkileri hayatımıza tesir etmeye devam ediyor. Hatta unutmak kimi zaman tehlikeli bir hal alıyor. Kimi zaman da unutmamak…

Geçmişin aslında geçip gitmediğini söylüyor Stephen Jenkinson. Yaptıklarımızın, beyanlarımızın ve yenilgilerimizin bütün tantanasının bizden daha uzun sürdüğünü… “Çoğumuz günün sonunda iyi niyetimizin kazanacağına, bizi bireysel veya çevresel sonuçların kancasından kurtaracağına güveniyoruz” diyor ve “Öyle olmadı ve olmayacak” diye ekliyor Bilge Öl adlı kitabında.

Bu satırlar Yoko Ogawa’nın Kafka Kitap’tan çıkan Hafıza Polisi adlı romanını okuduktan kısa bir süre sonra çıktı karşıma, ben kitabın yazısını kafamda kurgularken ve hayat unuttuklarımızı her gün bize hatırlatırken…

Yoko Ogawa Japon edebiyatının önemli yazarlarından. İlk kitabı 1988’de yayımlandığından bu yana yirmiyi aşkın kurgu ve kurgu dışı kitap yazmış. Hafıza ve bellek, romanlarında yoğun olarak işlediği konular olarak karşımıza çıkıyor.

Japonya’da ilk 1994’te basılmış, 2019’da İngilizceye çevrilmiş romanı Hafıza Polisi ise National Book Award finalistlerinden. Hikâye bir adada geçiyor. Bu adada nesneler art arda kayboluyor ve bu kayboluş sadece fiziksel değil, aynı zamanda insanların hafızalarından da siliniş, o nesnelerle ilgili anıların da silinmesi olarak kendini gösteriyor. Ada halkı Hafıza Polisleri’nin de korkusuyla olan biteni sorgulamıyor, çünkü sorgulama veya hatırlama kendi hayatları adına bir risk demek, eğer yakalanırlarsa anıları değil, kendi hayatları tehlikeye giriyor. Bir grup insan ise hatırlamaya devam ediyor ve unutmamak için de anılarına sarılıyor, eşyalar biriktiriyorlar, hayata tutunmaya ve hayatı aktarmaya çalışıyorlar.

Yoko Ogawa romanını yazarken çok etkilendiği Anne Frank’ten esinlenmiş. Ona göre Anne Frank’ın hikâyesi bir direniş hikâyesi olması açısından önemli. Dışarıda haysiyetlerinden ve benliklerinden soyulan insanlar olsa da Anne Frank kapalı bir odadan direnmenin bir yolunu buluyor. Anılarına sarılıyor.

İnsan hatıralarına ses verip onları yeniden şekillendirebilen tek canlı olduğunu düşünen Ogawa, “Hatıralarımız bizi tanımlayan şeydir” diyor. Üzerinde düşünülmeye değer olan bir diğer nokta ise hatıralardan ayrılmakla ilgili. Hatıralarından arındırılmak, öldürülmekle aynı şiddete yakınmış gibi geliyor yazara…

Roman boyunca Hafıza Polisleri anılarını hatırlayanların peşine düşerken bir yazar, bir editör ve bir ihtiyar tüm zorlu koşullara ve tüm unutma tehditlerine karşı birlikte bir mücadele veriyorlar. Bu mücadele karakterlerden yazarın gözüyle anlatılmış. Bu distopik dünyanın kurulumunda ve anlatımda bazı soru işaretleri taşısam da roman sade bir dil, rahat bir okuma deneyimi sunuyor okura. Ayrıca unutmanın dehşeti ve sınırları üzerine de düşünmemizi sağlıyor.

Tüm bu adım adım, soğukkanlılıkla anlatılanların asıl etkisi ise kitabın sonunda kendini gösteriyor. Yazar bize parlak ve iyilerin kazandığı bir dünya çizmiyor. İşte Yoko Ogawa ve Stephen Jenkinson burada buluşuyor: “Öyle olmadı ve olmayacak.”

Bireysel hayatlarımızda iyi niyetin bizi ve dünyamızı kurtarmasını dilesek de kötüye giden bir dünyayı önce görmek, sonra kabul etmek ve ardından geçmiş yaşantılarımızın, yaptıklarımızın, beyanlarımızın ve bize beyan edilenlerin, seçimlerimizin ne olduğunu hatırlamalı, kendi hayat hakkımızı korurken bizden büyük bir yaşamın varlığını da savunmalı ve evetlemeliyiz. Aksi halde unutmak, alışmak ve başka yaşamları, büyük yaşamı görmeden safi kendi hayatını devam ettirmek en sonun yaşamla birlikte bizim de yok oluşumuza davetiyedir.