Şiirle ya da bir özlü sözle başlarım yazılarıma genellikle.

Yazımın girişi bugün meslektaşım, 20 yıl önce 24 Kasım Öğretmenler Günü’nde kalp krizi sonucu genç yaşta kaybettiğimiz sevgili Celal Yılmaz olsun. Onu rahmetle ve gülümsemeyle anarak…

Yıllar yıllar önce bir akşam yemeği. Sevgili Celal Yılmaz ve eşi, bizdeler.  Bilenler bilir Celal’in doyumsuz sohbetlerini, kahkahalarını.  Yemeğe bir de aslan sütü eşlik ediyorsa, tutabilene aşk olsun Celal’i ... Masada adı geçmeyen, kulakları çınlamayan yok gibi. Bir ara bir ismin mevzusu uzayınca eşim kızıyor, ‘Yeter be Celal, amma konuştun arkasından!” 

“Eyvah, o da kızacak şimdi” diye geriliyorum ki, Celal’in cevabı hepimizi yere seriyor: “Ama sağdıç (yakın arkadaşlarına öyle derdi) yüzlerine söyleyince güceniyorlar, küsüyorlar…”

Meslektaşımın ‘arkadan konuşma’nın mazereti olarak söylediği, o gün ve hatırladıkça beni hala güldüren gerekçe üzerine, Celal’in çok da haksız olmadığını düşünürüm zaman zaman. Sadece arkadaşlık ilişkileri üzerine değil, siyasi iklimin tuhaflığından dolayı, giderek arkadan/karından konuşmaların artması; gerçeğin doğrudan yüze söylenip yazılmasının giderek azalması, ‘yandaş’la ‘candaş’lık arasında kalmanın dayanılmaz ağırlığı üzerine de…

Ne zaman bir arkadaş grubuyla oturup ‘memleketin hali ne olacak’la başlayıp ‘kentin hali’ne gelsek; ‘Yönetenler şu konuşulanların ne kadarından haberdar, haberdar olsalar ne yaparlardı, nasıl davranırlardı, bir çeki düzen hali gelir miydi memlekete/kente” sorularına varırım hep; “Kim olduğu gösterilince insan daha iyi biri olur” diyen Çehov’a atfen… Ve sorularımın yanıtı hep uzun iç çekişleri olur.

*

İz Gazete için gerçekleştirdiğim İYİ Parti İzmir Milletvekili Aytun Çıray röportajını yayına hazırlarken, aklımda da bu vardı. Sevgili Celal’i rahmetle, gülümseyerek hatırlarken, ‘yüksek tirajlı fısıltı gazetesinden nihayet baskıya girecek gerçeklere geçiyoruz’ duygusu, düşüncesi… AKP ile muhalefet partileri arasında kalmaktan kaynaklanan, gerçeği dile getirmenin -terazinin ‘onlar’ lehine ağırlık sağlayacağı kaygısından hareketle- bir türlü yapılamayışı, bu yüzden konuşma/tartışma gibi en demokratik seçeneğin giderek yok sayılıp karından konuşmaya geçilmesi… Ne susana, ne muhatabına bırakın faydayı, zarar verdiğini bile bile üstelik… 

AKP aleyhine konuşur yazarsan sonun belli! Soluğu mahkeme koridorlarında alman, şansın yaver giderse ‘demokratik hakkını kullanmıştır’ diyen bir hakime rastlarsan aklanman ama genellikle sonu eziyete dönüşecek yargılamalarla, yazacağına/konuşacağına pişman edilmek…

Ya CHP aleyhine konuşmak, yazmak? Genelde en rahat olan bu, sonucu Silivri değil çünkü.

Ama yerelde iktidar CHP ise, durumun farklı olduğunu… Muhalefet etmenin önüne set çeken, insanın diline/eline ket vuran bu durumun sadece gazeteciliği değil, ülkesi ve kenti için sorumluluk hisseden her düşünen insanı nasıl yorduğunu… Konuşulması elzem mevzularda ‘teraziyi eğen dirhem ben olmayayım’ çekincesiyle konuşma/yazma özgürlüğünün canına bir de bu şekilde ot tıkandığını kendi deneyimlerime dayanak söylüyorum.

Aytun Çıray, işte bu taşlı, stabilize yolda ilk adımı atan, ‘karından/arkadan konuşma’ geleneğini ilk delen oldu. Söyleşi boyunca ‘aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık’ dedirten ‘İzmir sıkışmışlığı’nda, seçilebilecek en nazik ifadelerle, ‘rol çalmak’ tuzağına hiç düşmeden, bir İzmirli, bir İzmir milletvekili olarak, yerel iktidara gerçekten dostane eleştirilerde bulundu, çıkış önerileri sundu. Ama bence, yaptığı en büyük hizmet, konuşabilmenin yolunu aralaması oldu. ‘Millet ittifakı’na halel getiren olmadan, sağduyu ile eleştirinin birlikte yürütülebileceğini gösterdi.

Eleştirilerinden nasibini alan sadece İzmir’i yönetenler değildi elbet. Bu kentin bir zamanlar ülkenin düşünsel anlamda en zengin yerel medyasından sonra gelinen yere, İzmir’deki kuraklığa da büyük bir üzüntüyle değindi sevgili Çıray.  Televizyonuyla, yerel medyasıyla İzmir’de önemli yerel konuların günlerce konuşulduğunu, tartışıldığını, eleştirildiğini; bunun da geçmişte kenti yükselten/zenginleştiren yapıcı etkilerine vurgu yaptı.

İzmir’de muhalefetiyle (ki bu, bu kentte AKP-MHP oluyor) iktidarıyla (CHP), iş dünyası ve STK’larla ilk günden itibaren kol kola ve büyük bir sessizlikle yürütülen Çeşme Projesi’ne çektiği dikkat de, söyleşinin can alıcı vurgularından biriydi. 

“Şimdi dahi hafta sonları Çeşme otobanı tıkanıyor. Diyorlar ki ‘Çeşme'ye bir Çeşme daha ekleyeceğiz.’ Altyapın hazır mı kardeşim, yolun hazır mı? Şimdi tüm bunları, gerçeği yerel yöneticilerimden öğrenmek istiyorum ben. Yerel yöneticiler çıksınlar İzmirlilere ‘bu proje doğru, destekliyoruz şu şu gerekçelerle’ desinler; hep birlikte bu işin arkasında duralım.”

‘İzmir’in kanal İstanbulu’ olarak adlandırılan Çeşme Projesi’nin kentin gündeminde en az bir ay tartışılmayı hak ettiğini, geçmişteki zengin basın deneyimi olsaydı bu konunun tüm muhatapları ile tartışılacağını/tartıştırılacağını söylerken o kadar haklıydı ki…

Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy’un bizzat yürüttüğü Çeşme Projesi’ndeki ‘gizlilik’ kararına büyük bir titizlikle uyan taraflar ve bu gizliliği ‘aşağı tükürse belediye, yukarı tükürse iktidar’ olduğu için  ‘saygıyla’ karşılayan bir basın… Dağlarda yanan tek tük ateşler misali; İzmir’in geleceğini etkileyecek bu projede olumsuzlukları, soru işaretlerini toplantılarla, yargı mücadelesiyle açmaya, ortaya çıkarmaya çalışanlar medyada yer alsa da bir bütün olarak ve hak ettiği gibi günlerce gündem yapamayan biz…

‘Kanal İstanbul’ için haklı eleştiriler getiren ve konuyu gündemde/sıcak tutan da CHP Milletvekilleri,

‘İzmir’in Kanal İstanbulu’ konusunda ‘üç maymunu oynayan’ da CHP Milletvekilleri… Ve bu milletvekillerine ‘Çeşme Projesi hakkında ne biliyor, ne düşünüyorsunuz’ diye sormayan/soramayan ya da mahcup sorularla geçiştiren de yine biz…

*

İktidar taraftarlarının müstehzi gülümsemeleri altında, çözümlemesi hiç de kolay olmayan bir ruh haliyle karşı karşıyayken, ‘muhalifin muhalifi yorduğu’ günler de cabasıyken, dilerim ki Aytun Çıray’ın bu çok kıymetli çıkışı, ‘tek’ kalmaz… Ülkeyi yoranın sadece AKP olmadığı, yolun taşlarının kendine muhalifim diyenlerce de döşendiği gerçeği, ‘kente sahip çıkmanın kentte yapılan yanlışları/eksiklikleri/hataları yutmak demek olmadığı’ bir kez daha düşünülür… Anadolu’da çok yaygın kullanılan lakin az uygulanan “Söyleyen deli ise dinleyen akıllı olacak” sözü bu kez rehber alınır, dilerim.

GÖNÜL SOYOĞUL'UN AYTUN ÇIRAY RÖPORTAJINI OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ

NOT: Eskiden bölgenin amiral gemisi olan Yeni Asır’da bir meslektaşımın Aytun Çıray röportajını bağlamından kopuk, sadece ‘yerel yönetimleri hedef alan’ biçimde, sayın Çıray’ın ‘ülke elden gidiyor, rejim değişti’ eleştirilerinden tümüyle muaf biçimde köşesine taşıması, bu kentte yerel iktidarı eleştirmenin, kutuplaşmanın geldiği hazin yeri göstermesi ve yukarıda anlatmaya çalıştığım çekinceleri teyit etmesi açısından taze bir örneği olmuş. Röportajdan yapılan birebir alıntıların ise ‘leylek getirmiş’ misali kaynak göstermeden sunulması da meslektaş saygısızlığının, meslek etiğinin hiçe sayılmasının örneği. Üstelik yok saydığı kişi, o gazetede 20 yıl çalışmış, gazetenin ilk kadın genel yayın yönetmeni olmanın onurunu taşıyan biri. Yok saymak o onuru geri almaz elbet ama kendi meslektaşını yok sayan birinin yazdığı her satırın ciddiyetini sorgulatır. ‘Tartışmalar AKP’ye yarar’ anlayışıyla hareket etmenin yanlışlığının, kendi davranışlarımızı bu tür yazılarla biçimlemememiz gerektiğinin de altını çizer.